elano blumer galatasaray' da

By "en" on 06:34

yorum (0)

Filed Under:

sonu galatasaray ile biten bir yolculuk...

2009-2010 sezonu"GALATASARAY" futbol formaları

By "en" on 13:48

yorum (0)

Filed Under:


mor ve berisi... eleştirilere rağmen mor formayı ben beğendim.. bu formayla yenilgi almadığımız sürece bir sorun olmayacaktır. ayrıca ligden düşen hacettepe' nin yokluğu hissedilmeyecektir. formanın her tarafı reklamlarla dolmuşken birde mor renk geldi umarım futbolcuları seçebilirz formanın içinde.

ZLATAN

By "en" on 07:41

yorum (0)

Filed Under:



işlem tamamlandı.

EĞER/ Can YÜCEL

By "en" on 14:08

yorum (0)

Filed Under: ,

















o kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması
mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.

dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.

utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer

yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.

korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.

o kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.

daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.

belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.

çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.

yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.

düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.

su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.

rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.

o büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.

o kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.

bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.

kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.

anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.

uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.

issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.

yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.

inanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de,
kartvizitinde 'onca ayrılığın birinci dereceden failidir' denmeseydi eğer.

gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.

issızlığa teslim olmazdı sahiller,
kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.

sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse...

evet sevgili,
kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!!







bazı güzel şiirlerde yer alsın istiyorum buralarda.. yo yo iyi oldu.. hoş oldu.. blog eksik olurdu böyle bir şiir paylaılmasaydı eğer..

İsmimi Sormadı... İsmini Sormadım

By "en" on 14:25

yorum (0)

Filed Under: ,

"Sana ve tüm sandıklarıma.."

çok eski zamanlardı... daha kâmil değildim. daha bulamamıştım, bedeli
olacağım sözcük dizimlerini, "halk anlamaz" diyerek kendimi saklıyordum daha.
gece gündüz içiyor, kendimden geçiyordum.

köprüaltı'ndaydım.. köprüaltı'ndaydı.. köprüaltı'ndaydık.. köprü daha
altımızdaydı. az ötemde duruyordum.. az ötede duruyordu. gözlerimdeki hüzün,
"taşra baskısı.." gözlerindeki hüzün, "kızyurdu yalnızlığı.."

- eskiden, tekel birası vardı, dedim.

- efendim.. yoğurt mu dediniz, dedi.

- eskiden, tekel birası vardı dedim. daha dikik ve daha dolu. tamam
birası birazcık kamu arpalar içerirdi lâkin köprü'ye de yakışırdı.

- ha, şimdi amarcord'um.. evet hatırlıyorum.. bi de golden sakız
vardı. içinden artiz resimleri çıkan. en bir çok da ekrem bora.

ben dedim: "yanıma gelsene.. benimle kalsana.. yalnız benim olsana..
(susadıkça ankara gazozu)

o dedi: "gayet mümkün.." (geldi, kaldı, oldu)

ben dedim: "saçlarınız böyle tuhaf, örgülü.. Vadideki Hayat vardı..
hani dizi.. oradaki kızılderili jim'e benziyor."

o dedi: "ben Rudi Cordeş'i de severdim.. falkonotti ne adiydi değil
mi.. Ramona güzel kızdı.."

ben dedim: "bizim televizyonumuz yoktu.. şimdi acayip bulvar olan bir
aile bahçesinde, çekirdek yiyerek, kaçak Dr. Kimbıl'ı seyrederdik mahallecek."

o dedi: "biz de televizyonu Küçük Ev'in büyük kızı Meri Ingıls'ın kör
olduğu bölümde almıştık."

ben dedim: "beyoğlu civarında şimdi "fast food" ve "atari salonu" olan
her yer, o zaman birahane salonuydu.. değişim en önce beyoğlu ve beyazıt'a
yansıyor bu istanbul'da."

o dedi: "bir çocuk sevmiştim lise'de.. tıpkım eski Tarık Akan.. hani
yerli filmlerdi.. hani uzun saçları ve renkli gözleri vardı onun.."

ben dedim: "bilmiyorum.. her filminde mutlaka, Elmadağ'dan Taksim'e
(en azından bir kere) ağır çekimde koşardı.. akabinde o günün en sevilen pop
şarkısı.. kan ve gül.. gül ve diken mesela."

o dedi: "clip'si şarkılardı.. hayatlarımız clip.. ispanyol paça
pantolonlar, fil kulağı yakalı gömlekler, apartman topuklu ayakkabılar, mini
etekler, favoriler ve bıyıklar.. köylü, kentli demeden tüm hanımlar mini etek
giyerdi nerdeyse. on yıl sonra türban vakası patlaması ne garip."

ben dedim: "bu ülke nerelerine yaşıyorsa bunca hayatı.. ezbere
yaşıyor.. çabucak unutuyor.. sıfırın altında belleği.. anılar emeklemiyor."

o dedi: "1 Mayıs ve Taksim'deki onca insanın yeri.. şimdi her galipli
kupa maçı sonrası, ellerinde bir bayrak, dillerinde slogan, kadınlı erkekli
çıkıp tur atıyorlar.. bayraklar ve sloganlar mı değişti yalnız.. nereden
geliyor bu happening çılgınlık. Taksim niye kusmuyor.."

ben dedim: "devrimciliğimiz de biraz Yılmaz Güney markajı içermiyor
muydu.. erkeglerin hepsi birer Yılmaz Güney kopyası değil miydi.. kısa saç,
küt bıyıklar.. hepsi onun yadigarı.. kafa olarak da belki onun nûveleri ve
gûveleriydik.. bütünsüz olamayan çok tümsek tam tamlardık.. kendimiz değildik
ki belki de bundan yandık.. bütünü oluşturan birer tek tük değildik.. çoktuk
ama yoktuk.. belki bundan yenildik."

o dedi: "menekşe yeşili'ydi prenses süreya'nın gözleri.. rıza şah
pehlevi'den çocuğu olmuyor diye nasıl da üzülürdük."

ben dedim: "ne hızlı yaşlanmışız.. yaşlandırılmışız değil mi.. Haldun
Taner yaşımıza gelmeden, Haldun Taner gibi konuşur olduk.."

o dedi: "çünkü bizim her şeyimiz aşırı toplumsal.. buna kalp mi
dayanır, manda gönünden."

ben dedim: "ne güzel şakıyorsun a bülbül.. uzat alt öperceni, az biraz
öpeyim ufarak."

(öpüştük... öpüştük... öpüştük.. öpüştük..)

- susmak vaktidir dedi. bir arkadaşımın evi var.. kendisi kürt ve
şimdi mülteci isveç'te.

- orada oralım mı oralarımız buralarımızı yâni..

atladık bir taksiye.. bile bile yanlış sokaklara girerekten, bile bile
yanlış caddelere çıkaraktan, bile bile taksicinin teybine bir erkin koray
kaseti koyaraktan, bile bile şimdi apartman olmuş arsalardaki çocukluklarımızı
uzaktan severekten, dediği eve geldik.

o dedi: "ellerin niye bu kadar büyük.."
ben dedim: "seni daha büyük kucaklamak için.."
o dedi: "gözlerin niye böyle büyüdü.."
ben dedim: "seni daha net görebilmek için.."
o dedi: "çükün de hemen kalkmış büyükanne"
ben dedim: "gak, guk.. hatta kem, küm.."

sabaha kadar seviştik.. sabaha kadar ter içtik.. öğlen uyandığımda
yastığın öbür ucu sibirya.. sibirya'ya ilişik bir ufacık not'çuk:

"belki yine, rastlaşırız kimbilir.. belki yine, konuşuruz
çocukluğumuzdan.. belki yine, çıkarken anahtarı su saatinin üzerine bırak..
belki yine, seni çok sevdim.. belki yine, kendine iyi bak, sevgili kimsesiz
çocuk jack"
(seni seven pasaklı sally)

kalktım.. giyindim.. anahtarı su saatinin üzerine bıraktım.. vurdum
aşkşamdan kalma kendimi, bir başka istanbul aşkşamına.. gol oldum.

ismimi sormadı.. ismini sormadım.

"ocak 1992"

Metin Üstündağ

Ege Biracılık ve Malt Sanayii

By "en" on 14:24

yorum (0)

Filed Under: ,

"dünyanın bütün
teflon tavalarına..
ve kızlarına"

biriktirdiğim son parayı da kuruşu kuruşuna kiraya yatırdım.. en
azından sekiz ay evsahipsiz çiçekler gibim rahattım.. yemem, içmem gereksizdi.
hem hayli de bollucaydım. eşyasız, insansız cıscıbıldak evimde bir yatak, bir
yorgan, bir de top'um vardı.. sıkıldı mı açıp çük'ümle oynuyordum.

bunca âdilik üstüste gelemezdi.. kesin deneniyordum.. mutlak
sınanıyordum.. öyle saçma sapan acılar yaşıyor ve öyle kurgusu bazuka hüzünler
tadıyordum ki, bu dönemi altlattıktan sonra kesin ya hazreti isa olacaktım ya
da çarmıhı.

üç haftadır dışarı çıkmıyordum.. habire bira içiyor, habire bira
işiyor, habire biraz üşüyordum.. birgün zart diye derya geldi. L salona
dizdiğim bira şişelerini toparlayıp, poşetleyip bakkalda ticaretlendirdik.
(tam 58 şişeydi.. hüzünlü günün kârı.)

sonra cennet bahçesi'ne gittik.. bira ve çay içtik.. cennet
bahçesi'nin tuvalete bakan cüce çocuğu: "zkiim böyle cenneti.. zıçıp
bırakıyorlar." diyordu. işte bu dedim.. şu sıra yaşadıklarımın konu başlığı
bu: "zkimm böyle cenneti.. zıçıp bırakıyorlar"

sonra bir üç hafta daha dışarı çıkmadım.. kapıcı içerde canlı var mı
gibisinden gelip gelip kapımda teftiş ossurukları savuruyordu.. kapının
altından apartman masraf makbuzlar iteliyor fakat ben ödemiyordum.. camdan ses
ediyordum, bakkal bira getiriyordu.

sonra birgün kapı çalındı.. baktım oosturuk, mosturuk kokusu yok..
yumuşak ve parfüm.. açtım baktım, bir kız.. herhangi bir kız kadar, güzel bir
kız.. elinde avucunda tencere, tava numunelik.. öylesine duralıyor.. bir süre
öyle bakıştık.. "ben pazarlamacıyım" dedi. kafam iyiydi. "ne güzel" dedim.
"ben daha ne bok olduğumu bilmiyorum." şaşırdı. "insanın kendisini bilmesi ve
adlandırması enteresan birşey olsa gerek." diye devam ettim.. yüzüme baktı, o
perişan hallerime.. gözleri herhangi bir kızın gözleri kadar güzeldi.. "bu ilk
günüm.." dedi. "ben daha tecrübeliyim." dedim.. "geçen sene yirmi altıncı
üçyüz altmış beş günü mü bitirdim.." herhangi bir genç kızın çok şaşırması
kadar çok şaşırdı.. "tam ümit yok bu hıyardan, en iyisi ben zikter olup
gideyim" diye düşünürken içinden, herhalde.. içimden hakim olamadığım
jülyetini kaybetmiş romeolu cümleler döküldü.. boru mu.. kaç zamandır, bırak
karşı cins.. bir insanla bile konuşmamıştım..

- "bana tencerelerden, tavalardan, teflonun faydalarından bahseder misin
lütfen.. n'oluur.. çok ihtiyacım var.." dedim.

herhangi bir kızın sinirlerinin aniden bozulması kadar sinirleri
aniden bozuldu.. tencere ve tavaları bana uzatıp öylesine güldü ki kendimi çok
iyi hissettim.. parasız, pulsuz dilekçe.

sonra içeri geçtik.. kalan biralarımdan ikram ettim.. eşyasız,
telefonsuz evimde yerlere tüneyip lafızlamaya başladık.. ona kötü geçen
çocukluğumdan, mercidabık savaşından, almanların polonya'ya saldırısından
bahsettim.. herhangi bir kızın beni sevindirik olarak dinlemesi kadar
sevindirik dinledi.. yüzündeki o ağzı, bir ay biçiminde hep yukarı kıvrıldı..
bir ara: "şu mına kodumun yuvarlak dünyasında yirmi altı yıldır var olduğumu,
ve hala kendime gelemediğimi" söyledim.. herhangi bir kızın annelik güdüleri
kadar annemlik yanlarımı güdüledi.

(hayır.. hemen yatmadık) bir hafta boyunca beni besledi.. yumurta ve
domates aldı, teflon tavasında yakışıklı menemenler yaptı.. menemenleri
herhangi bir kızın yaptığı menemenler kadar çok güzeldi.. (hayır.. sonra da
yatmadık.. hayır.. hiç yatmadık.) yatmayışı herhangi bir kızın yatmayışı kadar
çok güzeldi.. yani sonraya kadar..

sonra birgün bir adam vurdu kapımı.. o geldi hissiyatıyla açtım tabii
ki.. adam dedi: "elektriğinizi kesecem" dedi.. "elektrik kesme krizine mi
girdiniz" dedim. belki onun da sinirlerini bozarsam bir hafta da o besler diye
mi düşündüm acaba.. adam: "vazifemiz bu.. parasını ödememişsiniz..
elektriğinizi kesicem.." dedi. ben: "thomas edison, elektriğimi kesesiniz diye
mi elektriği icad etti" dedim.. yemedi.. "kes bakalım tomas'ı.. ben de artık
ölürüm" dedim. kesti ve gitti.. herhangi bir celladın kesişi kadar, güzel
kesti elektriğimi. mına koyamadığım hep içimde sakladığım tahsildarı.

dedim: "herhalde ölüyorum.. vaktim buraya kadar.. vadem yetti.. (hani
dostlarınız vardır, tüm mutluluklarını sizin kendinizi kötü olmanız varsayımı
üzerlerine kurmuşlardır ya.. işte öyle dostluklarım bile yoktu, şu anda.
fişimi kesmişlerdi dünyadan ve karanlıkta ölmeyi bekliyordum.. fakat ölmek
gelmiyordu.. kapıcı koymuyordu belki de yukarı, yabancı, ecnebi diye.)

bir gündüz teflon hanım yine çaldı kapımı.. herhangi bir teflon hanım
kadar çok ilaç gibi gelmişti bana.. "içeri gir, yere otur.. bana ses, bana
seda.. ışığımı kestiler.. beni kör kuyularda merdivensiz bıraktılar" dedim.
"kekre bana lezzetler kükre." dedim. "beni de kovdular.. şimdi ben de parasız
ve senin gibiyim." dedi. herhangi bir adam gibi herhangi bir çok sarıldım..
herhangi bir son kalan paralarımız kadar herhangi bir çok biralar aldık.

(evet.. sabah uyandığımda onun olmuştum.) o ise herhangi bir kız kadar
çok benim olmuştu.. herhangi bir adamın onun olması kadar onun olmuştum..
sonra, sonra hiç gelmedi.. ben de hiç dışarı çıkmadım.. geceyi, gündüzü ışık
hesabıyla anlıyordum.. ömrüm örümceklendi.

birgün ince, zayıf bir kadın geldi.. birlikte bir çocuk yaptığımızı ve
o çocuğun çok güzel olduğunu, şimdiye kadar annemlerde kaldığını ve boş boş
ona değil de aşağıya doğru bakarsam onu görebileceğimi söyledi.. baktım..
fırlama, fırlama gülüyordu.. ohhhlum..

kendimi kendimden kısıp, geri kalan kısmımı o çocuğa ekledim..

"haziran 1992"

Metin Üstündağ

Zikrimin İnce Güzü

By "en" on 14:23

yorum (0)

Filed Under: ,

Yürüyorlardı, havadan sudan konuşarak ve havadan sudan konuşmaya özel özen göstererek, bunu birbirlerine hiç göstermeyerek yürüyorlardı yola bir eziyet biçiminde, bunu yola sezdirmeden. Yolun da onlarla fazla ilgilendiği söylenemez.
Bir gören olur, bir duyan olur kuşkusuna bürünmüş, kuşkularının yakalarını kaldırmışlardı. En azından birbirlerini duyabilirlerdi. Buna daha önce çabalamış, başaramamışlardı. Yitirmenin şiiri her ikisinin de başını iyice döndürmüştü. Yitirmeye alışmak da bir biçim işte. Büyük adamcılık oynayan çocuklar gibiydiler.
Yeniden mi başlamak? Yaşanmışlar yaşanmamış varsayılabilir mi? Söz bitti. Yol bitmiyor. Yolun kıyısında ısırganlar bitiyor. Dört dörtlük susku. Derken susku tükeniyor.
- Oturalım mı şuraya?
dedi adam. Kadın umursamaz, duraladı. Bakındı. Oturdular. Kadın martıları saymaya koyuldu, çok şeyler düşünüyormuş, korkunç bir şeyler söyleyecekmiş, yılları iki tümleçin sırtına yükleyecekmiş gibi aralandı tavşan ağzı, bir şeycik demeden kapandı dudakları. Adama geldi bir şey dememe sırası. Karadeniz'e doğru yolalan bir argın gemiye bindi gitti adam kadından gizli, yerinden hiç kımıldamadan. Eğer güçsüzsek güçlü olmaya her sabah yeniden andiçmenin anlamı yok. And da içki gibidir, fazla içilmemeli, her şeyin fazlası sakıncalı. Adam cebinden konyak şişesini çıkardı, dikledi, sanki o gün içkiyi bırakacakmış gibi. Bir yerlerden başlamak gerekliydi söze.
- Biliyor musun, ben sana hiç de az değilim, çünkü söylediklerimiz pek önemli değil...Söylemediklerimiz ve ağzımızdan kaçırdıklarımız var...
Havada dondu kaldı adamın dedikleri. İkisi bir süre boş boş adamın dediklerine baktılar, birbirlerine sezdirmeden, birbirlerine bakmamaya özen göstererek, bunu birbirlerine belli ederek. Bir özgür simitçi geçti adamın dedikleriyle oturuşları arasından. Adam sigara çıkardı. Yakılındı. Aynı anda üflediler dumanlarını. Dumanları birbirine karıştı, dumanlar dondu kaldı karşılarında, dumanlar cürmü meşut, dumanlar hüzün dağları adamla Üsküdar arasında, kadınla Kızkulesi arasında, adamla kadın arasında.
- Hiç bir şey daha söyle, kalkalım!
dedi adam kırgınca, sigarasını denize attı.
- Neden hep böyle mutsuzsun? Ya da öyle olmaya uğraşıyorsun?
sözleri döküldü kadının tavşan ağzından. Kimbilir ne demek istiyordu? Kimbilir neler düşünüyordu. Devrilen bir şarap şişesi gbi döküldü cümle, ne denli silsen de silinmez devrilme.
- Kalkalım!
demeden kalktı adam. Kalktılar. Yürümeyi yapıştırdılar demin yırttıkları yerden. Adam yola ettiği eziyeti inceliyor, kadın çok sevdiği ayakkabılarını birbirine değişik açılarda basarak kimbilir dansı adımları deniyordu. Çirkin beton bir elektrik direği geçti aralarından.
Ne kadar yürünse ne olur bu yol? Adam adımlarını yavaşlattı. Kadın hızlanıyordu ve ardına bakmıyordu. Sanki uzun süredir birlikte yürümüyorlardı. Adam durdu, kadın gidiyordu. Adam karşı kaldırıma geçti, geri döndü. Sıfırdan başladı yürümeye. Yol aynı yol, ısırganlar sanki daha sevecen.
Hem kundura boyacısı hem hüznünün işportacısı bir çocuk oturmuş yolun kıyıcığına gülümsüyordu.
- N'aber?
- İyi!
- Gel oturalım şu çay bahçesine, parlat bakalım dul ayakkabılarımızı.
- Yenge n'oldu?
- Yolu sevdi, yürüyor.
Kapıştılar cila kokusuyla konyak kokusu. Çocuğun eline büyük geliyor fırçalar, tam kavrayamıyor, kimi zaman birini düşürüyor, hemen o sırada öbür fırçayla boya sandığına bir iki vuruyor, yere düşen fırçayı havada bir iki döndürüp yakalıyor, sanki bu onun belirli bir numarasıymış gibi yapmaya uğraşıyor, can havliyle koyuluyor ayakkabıyı parlatmaya. Yaşı ondört. Gören altı, bilemedin yedi sanar. Gelişememiş. Niye gelişsin, gıdasız kalorisiz bir büyüme denemesi. Diyarbakır'dan gelmişler. Babası üveymiş. İlkini vurmuşlar Tophane'de. Okutmuyormuş yeni babası.
- Okuma neymiş? Çalış, para getir ulan!
demiş. Burnunun sümüğünü sildi boyacı çocuk. Ele sümük burna boya bulaştı.
- Yeni baban ne iş yapıyor?
- İçiyor!
Havada dondu kaldı çocuğun sözcüğü. İkisi bir süre boş boş çocuğun dediklerine baktılar, birbirlerine sezdirmeden, birbirlerine bakmamaya özen göstererek, bunu birbirlerine hiç çaktırmadan ve hüznün yasalarının kapsamı dışına sarkmadan. Utana sıkıla bir fırt aldı aam konyağından, boyacı çocuk yanık ötesi bir türküye başladı kürtçe.
- Sen okuma yazma biliyor musun?
diye kesti çocuk türküyü. Adam doğal bir baş hareketiyle olumlu yanıt verdi.
- Bana da öğretsene!
- Boşver be çocuk, olduğun gibi kal.
Çocuğun kapkara gözleri büyüdü kadife bir istek fışkırdı gözlerinden.
- Ben senden boya parası almiim. Sen bana adımı yazmayı öğret.
- Peki. Yalnız hep türkü söyleyeceksin.
- Türkü kolay, söyleriz.
dedi çocuk, yürek kakan bir gazele başladı. Zaman zaman şah damarı yerinden fırlayacak gibi, incecik boynu kızaran yerinden kopacakmış gibi oluyor, kara gözlerini devirip denize bakıyor, deniz oralı olmuyor, çocuk denize küsüp gene adama dönüyordu.
Kalktılar. Çocuk boyundan büyük sandığını sırtladı. Isırganların yanından yürümeye başladılar. Köşedeki bakkaldan bir defter, bir kurşun kalem, bir silgi aldılar, hiç konuşmadan, çocuk büyük bir adam gibi, adam küçücük bir çocuk gibi yola koyuldular.
Arkadaşsız yürünmüyor ısırganlı yol.

Ferhan Şensoy

Dönenen BİR

By "en" on 14:21

yorum (0)

Filed Under: ,

Yalnızlık vardı erkeklerin içinde.
Dumanın ardından kadınlar yalnız değil. Kadınlar yalnız olmaz. İçtiğinde bile, dedim. Duman parçalandı. Yalnızlık vardı erkeklerin içinde. Kadın dumanların arasından sıyrılıyor, süzülüyordu. Işıklar karardı sonra.

Ayrılacağız nasıl olsa buluşmak boş.

Kadın, dumanları, akışıklıklarıyla yırtan kuşlara dikmişti gözlerini. Kuşlar ortada dönüyordu. Sonra bir kadının kolları karanlığın içinden geçti, onlara katıldı, kuşlar bu kollara uydu. Kuşlar yalnız değildi. Kadının kollarında yaşıyorlardı hep birlikte.
Yalnız olan erkeklerdi.Kadın yanlarındaydı, yalnız olamazdı.

Yarın ayrılacak olan o değil benim.

İspanyollar dönüyordu ortada.
Kabına sığmayan kıvranışlar içindeler kurtulmak istermiş gibi kurtulmanın boş olduğunu akıllarına bile getirmeden. Erkekler kuşlardan daha kuş, ayaklarının yerden kesileceği anı bekliyordu.
Kadınlarsa yayılıyor yerde dağılıyorlar dönmeler içinde.
Topunun topukları sağır ediciydi. Erkekler başlarını gene önlerine eğdiler.

İkimizin de üzerinde ayrılık asılı

İspanyollar döne dursun neden onlara bakmaktan içmekten gözümüzü örtünün ak üstüne ak nakışlarına dikmekten daha iyi bir şey yapamıyoruz.
İspanyollar yay bükümleri içinde toprağa bütün ağırlıklarıyla bastılar.
Uçmaktan bu gecelik de vazgeçtiler.
Erkekler kadının unutmuştu bir ara. Birden hatırladılar. Ağır Ağır içiyordu.
Herhangi bir gece onun için çer de bakar da. Bakıyordu ortaya gelen Barlini’ye. Baktık on parmağında sekiz çubuk, çubukları dengede tutuyor, tabaklara isteğince can veriyordu. Tabaklar, çubuklar, makaralar, sepetler, şapkalar, havaya uçtu, döndü, fırıldadı, kondu, eline, alnına, burnuna. Herkes ona bakıyordu. O, tabaklarına dikmişti gözünü. Onlara karşı: yalnızlığın örten dalgası içinde. Işık çevresinde dalgalanırken bile. “Çocukluğunda Anasından dayak yemiştir” dedim. ”Okula gitmemiştir bu işleri kavramağa çalıştığı günlerde. Anasını ağlatmıştır belki. Dövünmüştür arkasından kadın, oğlum serseri oldu diye”
Duman çekilmiyordu sözlerimin önünden. Sustum o zaman.
Üçümüz de içiyoruz boş lakırdılarla gülmekten kaçınmak için olsa gerek.
Güldü karşımda, ağzının yalnız bir köşesiyle. Konuşmamak en iyisi.

Yalnızlığı oyalamak yakışık almaz ama yarını düşünmeli
yüz adım ötede bir yerde ayrılacağız yarın, yarın da değil
bugün on sekiz saat sonra yatıp uyumak bu on sekiz saati
böler de uzatır da.
İrkildik.
İşte bundan fazlasını hiçbir zaman göremeyeceğim üçü de
zenci kırması böyle bebopu anlarım bir gövde bundan
fazlasını yapamaz uçuyor bunlar kadın bodur
erkekler sırım gibi konmadan uçuyorlar uçtular.
Kadın doygun bir küskünlük içindeydi.
Adamlar gene üzünç çalıyorlardı çalgılarında. Ortada dönenler vardı.

Biz yalnızız bu kedi de kucağıma çıktı sapsarı
tüyleri dökülüyor bahar geldi mırıltısından boğulacak
bu yabancı yerde bile yalnız değil kucağımda.

Trenler artık uzaktan değil yakından ötüyordu. Çanın sesi duvarın arkasında. Paralar alındı, paralar verildi. Otomobil karanlıktı.
Açık pencerelerinden baharla birlikte ölümü görüyorum
bu ölüm aylarında bu yıl da öleceğiz yarını o düşünmüyor sarhoş belki ben de çok içtim önce evde içtik sonra orada yarını ben düşünüyorum.

Öleceğimizi bilmeliydik. Bileti üç saat önce aldım.
Durmadan ölümler içinde ufalanır dururdum, öyle kaldım.
Her ölümden sonra daha yoksul, her ölümü daha doğumunda hazırlayarak,
sürükleme içinde, sürüklendiğimi bile bile,
ölümü en kısa gönenç içinde bile beklemek.
Dost ölümdedir. Bileti bir kaç saat önce aldım. Ama dünden beri aldığımı söylüyordum. Ölüm gerek bana. Varsınlar evlensinler. Ölümü ararım ben.
Ayrılık öncesi aksar her zaman. Boş boş bakılır gözlerin içine.
Sırıtılır, el sıkışılır, sigara içilir. Üst üste.
Aynı şeyi yapar dururuz, aynı hareketi, aynıyı yenilemektir elimizden gelen.
İki saat önce yabancılar karıştı aramıza, tren kalkıncaya değin ayrılmadılar. Onlar ayrılmadı, onlar kaldı ben gittim. Yabancıların yanında büsbütün yabancılaştık. Sırıtıldı, el sıkışıldı, sigara içildi. Tiksindim.

Ayrılmadık, ayırdılar. Hepsi sevinç içindeydi.
Kimse kimseyi kıskanmıyordu. Ben kıskandım.
Bahar havasında vagonların penceresi açılır. İçeriye ölüm esiyor.
Yenisi, yenilenecek olanı. Baharın mavisinde ölmeliyim.

Bilge Karasu

Avcı Gracchus

By "en" on 14:20

yorum (0)

Filed Under: ,

İki oğlan çocuğu rıhtım duvarının üstüne oturmuş zar atıyorlardı. Adamın biri, bir heykelin basamakları üstünde, kılıç sallayan kahramanın gölgesinde gazete okuyordu. Kızın biri çeşme başında bakracına su dolduruyordu. Bir meyve satıcısı malının yanı başına uzanmış gölü seyrediyordu. Bir meyhanenin iç tarafında iki adamın şarap içtiği, açık kapı ve pencere deliklerinden bakınca görülüyordu. Meyhaneci ön tarafta bir masada oturmuş kestiriyordu. Bir kayık, suyun üstünde taşıyorlarmış gibi yavaşça, küçük limana giriyordu. Mavi giysili bir adam karaya çıktı ve halatları halkalara geçirdi. Gümüş düğmeli siyah elbise giymiş öteki iki adam da, kayıkçının arkasında bir sedye taşıyordu; sedyede, iri çiçek örnekleriyle süslü, kenarları püsküllü ipek bir örtünün altında bir insanın yattığı anlaşılıyordu.

Rıhtımda hiç kimse bu yeni gelen kişilerle ilgilenmedi; henüz halatlarla uğraşan sandal kaptanını beklemek için sedyeyi yere koyduklarında bile hiç kimse onlara yaklaşmadı, bir soru yöneltmedi, dikkatle bakmadı.

Kaptan, kucağında bir çocukla ve saçları dağınık halde sandalda beliren bir kadın yüzünden biraz daha oyalandı. Sonra bu yana geldi, sol tarafta suyun yakınında, yukarı dosdoğru yükselen sarımsı, iki katlı bir binayı gösterdi, taşıyıcılar sedyeyi kaldırdılar ve alçak, ama ince sütunlardan oluşan bir kapıdan içeri götürdüler. Küçük bir oğlan pencerenin birini açtı, taşıyıcıların evde gözden kaybolduğunu görünce çabucak pencereyi gene kapattı. Ardından kapı da kapandı; kapı siyah meşe ağacından özenle yapılmıştı. O ana kadar çan kulesinin etrafında uçuşan bir güvercin sürüsü evin önüne kondu. Güvercinler yemleri bu evde saklanıyormuş gibi, kapının önüne toplandılar. Bir tanesi birinci kata kadar uçtu ve pencerenin camını gagaladı. Bunlar açık renkli, bakımlı, canlı hayvanlardı. Sandaldaki kadın engin bir hareketle güvercinlere yem attı, onlar da yem tanelerini topladılar ve sonra kadına doğru uçtular.

Silindir şapkasında siyah matem bandı bulunan bir adam, limana giden dar ve dik sokaklardan birinden indi. Dikkatle etrafına bakındı, buradaki her şey canını sıktı, bir köşede bulunan çöplerin görünümü karşısında yüzünü buruşturdu. Heykelin basamakları üstünde meyve kabukları vardı, geçerken bastonu ile bunları aşağı doğru itti. Odanın kapısını vurdu, aynı zamanda da silindir şapkayı siyah eldivenli sağ eline aldı. Kapı hemen açıldı, sayıları elliyi bulan küçük oğlan uzun koridorda bir halka oluşturdular ve eğilerek selamladılar.

Sandalın kaptanı evin merdiveninden aşağı indi, adamı selamladı, yukarı çıkardı, birinci katta onunla birlikte ince yapılı, süslü localarla çevrili avluyu dolaştı ve ikisi de, oğlanlar saygı işareti anlamına gelen bir uzaklık bırakarak arkalarından gelirken, evin arka tarafındaki serin ve büyük bir odaya girdiler; bunun karşısında başka ev yoktu, yalnız çıplak, gri siyah bir kaya duvarı göze çarpıyordu. Sedyeciler, sedyenin baş tarafına birkaç uzun mumu dikmek ve yakmak işiyle uğraşıyorlardı, ama bunun sonucu aydınlık meydana gelmedi, yalnızca biçimsel olarak önceden var olan gölgeler kıpırdadı ve duvarlarda oynaştı. Sedyenin üstünden örtüyü kaldırdılar, içinde saçı sakalı yabansı biçimde birbirine karışmış, teni güneşte yanmış, galiba avcıya benzeyen bir adam yatıyordu. Hareketsiz yatıyordu, görüldüğü kadarı ile soluk almıyordu, gözleri kapalıydı, gene de onun bir ölü olabileceğini yalnızca çevresi sezdiriyordu.

Adam sedyeye yaklaştı, elini orada yatanın alnına koydu, sonra diz çöküp dua etti. Kayıkçı odayı terk etmeleri için taşıyıcılara işaret verdi, çıktılar, dışarda toplanmış olan çocukları dağıttılar ve kapıyı kapadılar. Ancak bu kadar sessizlik adama hâlâ daha yeterli görünmüyordu, kayıkçıya baktı, kayıkçı anladı ve yan kapıdan bitişik odaya geçti. Sedyedeki adam derhal gözlerini açtı, yüzünü adama çevirdi ve sordu: "Sen kimsin?" - Adam şaşkınlık belirtisi göstermeden yukarı doğruldu ve yanıtladı: "Riva Belediye Başkanı."

Sedyedeki adam başını salladı, bitkin bir halde kolunu uzatarak, bir koltuğu gösterdi ve Belediye isteğini yerine getirdikten sonra konuştu: "Biliyordum, sayın Başkan, ama ilk anda hepsini unuttum, çevrede her şey benimle ilgili ve hepsini biliyorsam da, sorsam daha iyi olacak. Belki siz de biliyorsunuz, ben avcı Gracchus'um."

"Kuşkusuz", dedi Belediye Başkanı. "Bu gece sizi bana haber verdiler. Çoktan uyumuştuk. Gece yarısına doğru karım seslendi: "Salvatora", -bu benim adım- "penceredeki güvercine bak!" Gerçekten de bir güvercindi, ama horoz kadar büyüktü. Kulağıma doğru uçtu ve şunu dedi: 'Ölü avcı Gracchus yarın geliyor, kent adına onu karşıla.'"

Avcı başını salladı ve dilinin ucunu dudaklarının arasına koydu: "Evet, güvercinler benim önümden gidiyor. Peki, sayın Başkan, Riva'da kalacağıma inanıyor musunuz?"

"Bunu henüz söyleyemem", diye yanıtladı Belediye Başkanı. "Siz ölü değil misiniz?"

"Ölüyüm", dedi avcı, "görüyorsunuz. Yıllar önce, aradan çok yıllar geçmiş olması gerekir, Kara Ormanda -bu yer Almanya'da-bir Alp keçisini kovalarken kayalardan aşağı düştüm. Ondan bu yana ölüyüm."

"Ama aynı zamanda da yaşıyorsunuz", dedi Belediye Başkanı.

"Bir bakıma öyle", dedi avcı, "bir bakıma da yaşıyorum. Beni taşıyan sandal yolunu şaşırdı, dümencinin yanlış dönüşü, kaptanın bir anlık dikkatsizliği, yurdumun güzelliği yüzünden dikkatin dağılması; hangisidir bilmiyorum, yalnız şunu biliyorum ki, yeryüzünde kaldım ve ondan bu yana kayığım dünyanın sularında dolaşıyor. Ben de, yalnız dağlarda yaşamak isteyen bir kişi, ölümümden sonra dünyanın bütün ülkelerini geziyorum."

"Öte tarafta sizden hiçbir parça da yok mu?" diye sordu Belediye Başkanı, alnını buruşturmuştu.

"Ben", diye yanıtladı avcı, "sürekli olarak, yukarı doğru çıkan merdivenin üstündeyim. Açıkta duran bu sonsuz uzunluktaki merdivende bir aşağı, bir yukarı, bir sağa, bir sola dolaşıp duruyorum, sürekli hareket halindeyim. Bu avcı bir kelebek oldu. Gülmeyin."

"Gülmüyorum", diye itiraz etti Başkan.

"Çok anlayışlısınız", dedi avcı. "Hep hareket halindeyim. Ama çok neşelenirsem ve yukardaki kapı karşımda parıldarsa, dünyadaki suların bir yerinde tek başına duran eski kayığımda uyanıyorum. Vaktiyle ölüşümün temel yanlışlığı, kamaramda beni çepçevre sarıyor. Kaptanın karısı Julia, kapıya vuruyor, kıyılardan geçmekte olduğumuz ülkenin sabah içkisini sedyeme getiriyor. Ağaç bir kerevet üstünde yatıyorum, üstümde -beni seyretmek hiç de hoş bir şey değil- kirli bir ölü gömleği var, saç ve sakal, gri ve siyah, ayrışmayacak gibi birbirine karışıyor, bacaklarım çiçeklerle süslü, uzun püsküllü kocaman bir ipek kadın şah ile örtülü. Baş tarafımda bir kilise mumu dikili, bana ışık veriyor. Karşımdaki duvarda küçük bir resim var, herhalde ilkel bir Afrikalı, kargısıyla bana nişan alıyor ve çok güzel boyanmış bir kalkanın ardında olabildiğince saklanıyor. Gemilerde bazı ahmakça resimlere rastlanır ya, bu onların en ahmakçası. Bunun dışında ağaç kafesimde bir şey yok. Yan duvarın bir deliğinden güney gecelerinin sıcak havası geliyor, eski sandala suyun vuruşunu duyuyorum.

Canlı bir avcı olarak yaşadığım Kara Orman'da, Alp keçisini kovalarken kayadan düştüğüm günden beri burada yatıyorum. Her şey bir sıraya göre oluştu. Kovaladım, düştüm, uçurumda kan kaybettim, öldüm ve sandal beni öte tarafa götürecekti. Bu kerevete ilk kez nasıl neşeyle uzandığımı anımsıyorum. Dağlar hiçbir zaman benden, o zamanki bu yarı karanlık duvarların duyduğu şarkıyı duymadı.

Severek yaşadım ve severek öldüm, kayığa binmeden önce silâh, çanta, her zaman gururla taşıdığım av tüfeği gibi berbat şeyleri mutlulukla fırlatıp attım ve genç bir kızın gelinlik giyişi gibi ölü gömleğini sırtıma geçirdim. Buraya yattım ve bekledim. Felâket o zaman geldi."

"Kötü bir yazgı", dedi Belediye Başkanı, elini havada kendinden uzağa doğru itti.

"Peki, sizin bunda hiç suçunuz yok mu?"

"Hayır", dedi avcı, "avcıydım, avcı olmak suç mu? Vaktiyle henüz kurtlarla dolu olan Kara Orman'da avcı olarak bulunuyordum. Pusuya yatıyor, ateş ediyor, vuruyor, deriyi yüzüyordum, bu suç mu? İşim beğeniliyordu. 'Kara Orman'ın büyük avcısı' diyorlardı bana. Bu suç mu?"

"Bu konuda yargıda bulunmaya yetkili değilim", dedi Belediye Başkanı, "ama bence ortada bir suç konusu yok. Peki suçlu kim?"

"Kayıkçı", dedi avcı. "Şuraya ne yazdığımı hiç kimse okumayacak, bana yardım etmeye kimse gelmeyecek; bana yardım etmek bir görev olsaydı, bütün evlerin bütün kapıları, bütün pencereleri kapalı kalırdı, hiç kimse yatağından kıpırdamazdı, hiç kimse başını yorganın dışına çıkarmazdı, tüm dünya bir gece barınağı olurdu. Bunun da bir anlamı var, çünkü hiç kimsenin benden haberi yok ve eğer olsaydı bile, kaldığım yeri bilmeyecekti, kaldığım yeri bilseydi, beni orda alıkoymasını bilmeyecekti, bana nasıl yardım edeceğini bilmeyecekti. Bana yardım etme düşüncesi bir hastalıktır ve yalnız yatakta iyileşebilir.

Bunu bildiğim için, üzerinde çok durduğum -örneğin tam şimdiki gibi kendimi tutamadığım- anlarda bile yardım gelsin diye haykırmıyorum. Ama etrafıma bakınınca ve nerede olduğumu, yüzyıllardır -bunu rahatlıkla ileri sürebilirim- oturduğum yeri göz önüne alınca böyle düşünceleri kafamdan atmak yeterli oluyor."

"Olağanüstü", dedi Belediye Başkanı "olağanüstü bir şey. -Peki Riva'da bizim yanımızda kalmayı düşünüyor musunuz?"

"Düşünmüyorum", dedi avcı gülümseyerek, alaycılığını hoş göstermek için elini Başkanın dizinin üstüne koydu.

"Ben buradayım, başka bildiğim yok, elimden başka bir şey gelmez. Sandalımın dümeni yok, ölümün en aşağı bölgelerinde esen rüzgâr onu taşıyor."

Franz Kafka

Ölüm Beni Çağırıyor

By "en" on 14:11

yorum (0)

Filed Under: ,

Beni niye öldürdün G.
Seni sevmek için
Yaşamak istiyorum...

Çoktandır özlediğim yanık saman kokulu bu toprak üzerinde dalıp kalmışım.
Uyuyor muyum; yoksa rüya mı görüyorum. Bilmiyorum.. Serin bir gölge. Kafamda
12 tonluk Bussinglerin korkunç gürültüsü. Bir şeyler düşünmek istiyorum. İki
şeyi biraraya getiremiyorum bir türlü. Düşüncelerim hep uçuyor. Biri daha
uçtu. Yaprakları dökülmüş kuru bir dala takıldı kaldı. Ağacı salladım,
salladım. Düşüremedim. Sonra, düşünüm testi olup düşüverdi. Kırıldı. İçinden
bir kız çıktı. Kızıl mısır püskülü gibi parlak, yumuşak saçları vardı. Gözleri
mavi mi, yoksa yeşil mi? Gözünün rengini bir türlü bulamıyorum. Kızın saçları
ıslanmış. Gözyaşlarımdandır, diyorum. Ayağa kalktı. "Benden ne istiyorsun?"
dedi. Gülmeye çalıştım. Dudaklarımı oynatmak istedim. Dudaklarım donmuş.
Kulaklarım oynuyor. Burnuma bir sinek kondu. Sonra, burnumdan içeri girdi.
Gıdıklandım. Düşünümdeki kız, "Beni bırak gideyim" dedi. "Yarın sayım var."
Kızın rengini bilmediğim gözlerine baktım. "Git" dedim. "Git. Elini kolunu
tutan yok ya." kız gitti. Arkasından baktım. Kızın ne güzel saçları vardı.
Sonra, tesitinin, her biri bir tarafa gitmiş parçalarına bakıyorum. Kırık
parçaları toplayıp eski haline sokmak istiyorum. Koca bir parça eksik. Yerini
dolduracak şey bulamıyorum..

Karmakarışık sesler duyuyorum. Biri, göğsünü göstererek: "Burdan girmiş,
burdan çıkmış," diyor. Ne bu girip çıkan? Memlekette trafik yok mu?
Bilmiyorum. Başka biri: "Ciğerlerini parça parça etmiş," dedi. Bir uğultu
duydum. Biri kulağımı kesiyordu.. Kulaklarımı aldı, cebine koydu. "Hatıra!"
dedi. Herif, tam da seçti hatıra olacak şeyi. Ondan, ne duyarsa gelip bana
söyler.. Başka biri saçlarıma baktı: "Saçları da esaslı," dedi. Ya herif
kızılderiliyse. İlk işi saçlarımı kökünden söküp çadırına asmak olacak. Ya bir
çingene çıkar da: "Derisini de ben alacam, iyi davul olur," derse. Kalkmak
istiyorum. Yere kazıklamışlar sanki. Beyaz boyalı bir otomobil geldi. Üzerinde
bir şeyler yazılı. Yazıları okumak istiyorum. Okuyamıyorum. Okumayı unutmuşum.
Oysa ki ben liseyi, lise de beni bitirdi. Üstümdeki kazıkları çıkarıp beyaz
boyalı otomobile bindirdiler.. Bir vınlama ortalığı birbirine kattı. Bana ne
olmuştu da bu otomobile bindirdiler. Bilmiyorum.

Penceresi, kapısı, tavanı olduğuna göre burası oda. Burada düşünülerimden
başka herşey beyaz. Bir de, şu kızın gözleri beyaz değil. Ağzıma bir şey
soktular. Ne soktuklarını bilmiyorum. Salt biri "Yuttu be.." dedi. Gözlerimi
tavana diktim. Bir ışık yandı. Ortalık sarı bir ışığa boğuldu. Bakışlarım
tavanı deldi. Tâ.. gökyüzünde bir yıldıza çarptı. Yıldız kaydı. Arkasından
hiçbir iz bırakmadı. Öbürleri yine ıpıl ıpıl..
Tam yıldızın altındaki köyde, bir erkek, bir kadına: "Bak Haçça" dedi.
"Yıldızgaydı." Haça, kayan yıldıza baktı. Kafasını salladı. "Biri öldü
desenen," dedi.

Kayan yıldız benmişim.. İnsanın kendi yıldızını bilmesi ne iyi şey..
Teliim ona bakar. Günün birinde yıldızı kayarsa: "Vay canına, ben öldüm," der
ve düşer ölür.. Yıldızım, bulunduğum yerin damına düştü.
Birden kapı açıldı. İçeri anam girdi. Üzerime abandı. Ağladı, ağladı...
"Yavrum" dedi. "Yavrum," başka demedi, bayıldı. Bana ne oldu. Gözlüklü biri,
gözlerimi kapadı.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Beyazlara sarmışlardı beni. Sonra
bir sandığa koydular. Sandığı iyice kapadılar. Güldüm. "Korkma, kaçmam,"
dedim. Biraz sonra siyah bir otomobile bindirdiler. İşler, amma da ters
gidiyor ha. Daha demin miydi neydi, beyaza bindik, şimdi siyaha.. Olur mu bu?
Hem ben Fenerbahçeliyim. Oysa ki şimdi Beşiktaşlı oldum. Buna düpedüz din
değiştirmek denir..

Bir müddet gittik. Sonra durduk. Kapı açıldı. Hop deyip, aldılar sandığı.
Gözleri yaşlı bir sürü insan arasından geçirdiler. Evvelce kazılmış bir kuyuya
attılar. Üzerime toprak atmaya başladılar. Nasıl da bilirler toprağı
sevdiğimi.. Yo.. yo.. bu kadarı çok. Sonra nefes alırken zorluk çekerim..
Söylediklerimi duymadılar. Ellerini havaya kaldırıp bir şeyler mırıldandılar.
Yağmur için dua ediyorlar diye düşündüm. Sonra çekip gittiler. Hey.. nereye
gidiyorsunuz? Sağır mısınız? Söylediklerimi duymuyor musunuz? Ya.. ben size
demedim mi, nefes alırken zorluk çekerim diye.. Arkalarından bağırdım,
çağırdım, duyuramadım. Kalkıp arkalarından koşmak için davrandım.. Kafam sert
bir şeye çarptı. "Ha.." dedim. "Demek ben ölmüştüm." Buranın ne penceresi, ne
de dikiz geçilecek bir yeri var. Yaşadığım yerler bambaşkaydı. Biri geldi
yanıma. "Hoş geldin" dedi. "Biraz sonra giriş muamelen yapılacak." Bu arada
baş ucumda bir kız belirdi. Gözleri ağlamaktan şişmişti. Hala da ağlıyordu
ya.. Kızın yaş dolu gözlerine baktım. "Ağlama artık" dedim. "Bilirsin,
ağlayanları hiç sevmem. Hem ağlanacak ne var ki bunda. Ölüm işte.. Ağlasan
geri gelecek değilim ki. Zaten gelmek istesem bile, buradan bırakmazlar. Giriş
muamelem yapılıyormuş. Sen de git. Sevdiğim bütün insanların yaptığı gibi, sen
de git Ölüler sevilmez artık. Ölenlerin arkasından salt söylenir. Benim
söylenenecek bir şeyim yok ki.. Neyse uzatma da git. Beni yalnız bırak..
Senden bir ricam var. Gözlerim G.'de kaldı. Ona söyle gözlerimi göndersin.
Hadi git.."

Yılmaz GÜNEY

Bir Karı - Kocanın Serüveni

By "en" on 14:08

yorum (0)

Filed Under: ,

Arturo Massolari işçiydi, sabah altıda sona eren gece vardiyasında çalışıyordu. Eve dönmek için güzel havalarda bisikletle, yağışlı aylarda ve kışın da tramvayla uzun bir yol giderdi. Eve altı kırk beşle yedi arasında, yani karısı Elide' nin çalar saatinin çalmasından bazen az önce, bazen de az sonra varırdı.

İki gürültü: çalar saatin sesiyle, kapıdan giren ayakların sesi çoğu kez Elide' nin zihninde birleşir, uykusunun, yüzü yastığa gömülü, daha birkaç saniye tadını çıkartmaya çalıştığı tıkız sabah uykusunun derinliklerinde yakalardı onu. Sonra birden yataktan fırlar, saçları gözlerinin önünde kör gibi kollarını sabahlığa geçiriverirdi. Mutfakta, işe götürdüğü çantadan boş kapları çıkartıp sefertasını, termosu musluğun içine koymakta olan Arturo' nun karşısına böyle çıkardı. Arturo ocağı yakmış, kahveyi koymuş olurdu. Arturo ona bakar bakmaz, Elide' nin içinden bir elini saçlarına götürmek, gözlerini iyice açmak gelirdi, eve dönen kocasının kendisini hep böyle dağınık, yarı uykulu görmesinden sanki biraz utanırdı. Birlikte uyuduklarında böyle olmazdı, sabah ikisi birlikte uyku mahmurluğunu atmaya çalışır, aynı durumda olurlardı.

Bazen de çalar saatin çalmasından bir dakika önce elinde kahve fincanı, Arturo odaya girip onu uyandırırdı, bu durumda her şey daha doğal olurdu, uykudan sıyrılma tatlı bir tembelliğe bürünürdü, gerinmek için kalkan çıplak kollar en sonunda onun boynuna dolanırlardı. Sarılırlardı birbirlerine. Arturo�nun üstünde su geçirmez montu olurdu, buna değince havanın nasıl olduğunu anlardı kadın: nemli ya da soğuk oluşuna göre yağmur mu yağıyordu, sis mi vardı, kar mı yağıyordu anlardı. Ama yine de sorardı ona: "Hava nasıl?" O ise her zamanki gibi yarı alaycı, anlatmaya koyulurdu, sondan başlayarak karşılaştığı aksilikleri sıralardı, bisikletle gelişini, fabrikadan çıktığında havanın, bir akşam önce fabrikaya gidişteki havadan değişik olduğunu, işle ilgili sorunları, işyerindeki dedikoduları anlatıp dururdu.

O saatte ev yeteri kadar ısıtılmamış olurdu hep, ama Elide soyunur, biraz ürpererek banyoda yıkanırdı. Arkasından Arturo gider, daha telaşsız soyunur, o da yıkanırdı ağır ağır, işyerinin kirini pasını atardı üstünden. İkisi de yarı çıplak, biraz üşüyerek aynı lavabonun başında dururlar, arada itişir, birbirlerinin elinden sabunu, diş macununu kaparlar, bir yandan da birbirlerine söyleyeceklerini söylemeyi sürdürürlerdi, sonra yakınlaşma zamanı gelirdi, kimi kez sırayla sırtlarını ovalamaya yardım ederlerken, araya okşamalar girer, birbirlerine sarılırlardı.

Ama birden Elide, "Saat kaç olmuş," der, koşup acele ayakta jartiyerini takar, etekliğini giyerken, fırçayı saçlarında aşağı yukarı dolaştırır, dudakları arasında tokalar, yüzünü komodinin aynasına yapıştırırdı. Arturo peşinden gelirdi, bir sigara yakmış olurdu, ayakta durur, sigarasını içerek ona bakardı, her seferinde de hiçbir şey yapamadan orada durmanın sıkıntısını yaşadığı görülürdü. Elide hazırdı artık, paltosunu koridorda giyerdi, öpüşürlerdi, kapıyı açmasıyla merdivenlerden aşağıya indiğinin duyulması bir olurdu.

Arturo tek başına kalırdı. Elide�nin topuklarının basamaklardaki sesini dinlerdi, artık duyulmaz olunca da, hızlı adımların avludan, dış kapıdan geçip kaldırımdan tramvay durağına gidişini zihninden izlemeyi sürdürürdü. Tramvayın gıcırtısını, durmasını, her yolcu binişinde basamağın çıkarttığı sesi iyice duyardı. 'Tamam bindi,' diye düşünür, her günkü gibi onu fabrikaya götüren "on bir" numaranın kadınlı erkekli işçi kalabalığı arasına sıkışmış karısını görürdü. Sigarayı söndürür, pencerenin panjurlarını kapatırdı, karanlık olurdu, yatağa girerdi.

Yatak Elide�nin kalktığında bıraktığı gibi olurdu, ama onun, Arturo'nun tarafı neredeyse bozulmamış, sanki yeni yapılmış gibi olurdu. Arturo önce kendi tarafına iyice uzanır, ama sonra bir bacağını öteye, karısının sıcaklığının kaldığı yere uzatırdı, sonra öbür ayağını da uzatırdı oraya, böylece yavaş yavaş Elide'nin tarafına, hala karısının bedeninin biçimini koruyan o ılık çöküntüye geçer, yüzünü onun yastığına, kokusuna gömer, uykuya dalardı.

Akşam Elide döndüğünde, Arturo bir süredir odalarda dolaşıyor olurdu, ocağı yakar, pişmesi için bir şey koyardı. Yatağı düzeltmek, biraz ortalığı süpürmek, yıkanacak kirlileri banyoya götürmek gibi kimi işleri, yemekten önceki bir iki saat içinde o yapardı. Elide hiçbirini beğenmezdi, ama doğrusunu söylemek gerekirse bu nedenle daha fazla çaba göstermezdi o; onun yaptığı bir tür bekleme töreniydi, evin duvarları arasında kalsa da, dışarıda ışıklar yanınca, kadınların akşamları alışveriş yaptıkları mahallelerin o saatle bağdaşmayan kalabalığına karışarak dükkanlara uğramakta olan karısını, bir tür karşılamaydı.

Sonunda merdivende ayak sesini duyardı, sabahkine benzemezdi, daha ağır olurdu, çünkü gün boyunca çalışmanın yorgunluğu içindeki Elide, eli kolu paket yüklü tırmanırdı merdiveni. Arturo sahanlığa çıkar, elinden paketleri alır, konuşarak içeri girerlerdi. O paketleri açarken, kadın paltosunu çıkartmadan kendini mutfaktaki bir iskemlenin üstüne atardı. Sonra, "Hadi bakalım iş başına," deyip yerinden kalkar, paltosunu çıkartır, ev entarisini giyerdi. Yemeği hazırlamaya koyulurlardı: ikisi için akşam yemeğini, gece yarısından sonra bir paydosu için erkeğin götüreceği kahvaltılığı, kadının ertesi gün fabrikaya götüreceği öğle yemeğini, ertesi sabah erkek kalktığında hazır olması gerekenleri.

Kadın biraz iş görür, biraz hasır iskemlede oturur, erkeğe ne yapması gerektiğini söylerdi. Erkek o saatte dinlenmiş olurdu, dört döner, hatta her işi yapmak isterdi, ama hep biraz dalgın, aklı başka yerde olurdu. Bu sıralarda, zaman zaman çatışmalarına, ağızlarından çirkin bir sözcüğün çıkmasına ramak kalırdı, çünkü kadın erkeğin yaptığı işe daha dikkat etmesini, daha özen göstermesini ya da kendisine daha bağlı, daha yakın, daha destek olmasını isterdi. Onun ise, kadının dönmüş olmasının ilk coşkusu geçtikten sonra aklı evin dışına kayar, gideceği, acele etmesi gerektiği düşüncesine takılırdı.

Masa hazırlandıktan, her şey, bir daha kalkılmayacak biçimde yerine koyulduktan sonra, ikisini de, bu kadar az bir arada olabilmenin yıkımı kaplar, el ele tutuşmak isteği, kaşıkları ağızlarına götürmelerini neredeyse engellerdi.

Ama daha kahvenin hepsi bitmeden erkek, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına bakmak için bisikletin arkasında olurdu. Kucaklaşırlardı. Arturo ancak o zaman anlardı sanki, karısının nasıl yumuşak, ılık olduğunu. Ama bisikletin borusunu omzuna yüklenip dikkatle merdivenlerden inmeye başlardı.

Elide bulaşığı yıkar, evi tepeden tırnağa gözden geçirip kocasının yaptığı işlere başını sallayarak bakardı. Şimdi o, az sayıda lambanın bulunduğu karanlık sokaklarda yol alıyordu, belki de havagazı deposunu geçmişti bile. Elide yatağa gider, ışığı söndürürdü. Kendi tarafına uzanırdı, bir ayağını kocasının yerine doğru uzatırdı onun sıcaklığını duymak için, ama her seferinde kendisinin yatmakta olduğu yerin daha sıcak olduğunu fark ederdi, Arturo' nun da burada yatmış olduğunu anlardı ve büyük bir sevecenlik kaplardı içini.

Italo Calvino

babama mektup/ Oğuz ATAY

By "en" on 05:29

yorum (0)

Filed Under: ,

oğuz atay' ın korkuyu beklerken kitabında yer alan bir öykü. biraz uzun görünebilir ama okumaktan çekinmeyin.

sevgili babacığım,

belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın bir çok şey yapabileceğimi düşünürdüm. şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.

sana bazı şeyleri anlatamadım. bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin – kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki. çaresizlik yüzünden bir çok şeyin anlamı kayboluyor. sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? fakat ben artık bir meslek adamı oldum babacığım. yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “ne güzel” diyorlar, “bunu bir yerde kullansana.” onun için, çok özür dilerim babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş.

ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. bana kızınca –bu çok sık olurdu- “senin aynadan gördüğünü ben ‘dıvardan’ görürüm,” derdin. annemle birlikte ‘dıvar’ sözünle alay ederdik. ben de şimdi küçüklerime karşı –artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar. bu sözü kullanırken aslında amacımın ne olduğunu sezmiyorlar tabii. seni gülünç duruma düşürmek istediğimi sanıyorlar. herhalde, ben tam belirtemiyorum ne demek istediğimi. gülümsemenin içindeki sevgiyi demek ki anlatamıyorum.

şimdiki gençler başka türlü babacığım; her sözden tek anlam çıkarıyorlar. ben de o zaman çileden çıkıyorum gerçekten: asıl amacımı unutup seni onlara beğendirmeğe çalışıyorum. aslında bu çabanın anlamsızlığını sezmiyor değilim. ülkenin en zengin adamı senin paltonu tutarken ya da, “rica ederim cemil bey, müsaade buyurun.” diyerek ‘bizzat kendisi paltoyu giydirmekte ısrar ederken’ senin gibi hissedemedikten sonra, insan o paltonun içinde kendisi varmış gibi gururlanmadıktan sonra, seni beğenmeleri hatta anlamaları neye yarar? ya da meclise ilk girdiğin sıralarda, başkandan birkaç gün için izin istemeye gittiğin zaman, “cemil bey siz galiba yenisiniz.” diyen başkanın karşısında senin gibi utanmadıktan sonra insanın böyle küçük ayrıntıları öğrenmesinin ne anlamı var? “istediğiniz zaman izin yapabilirsiniz cemil bey, bana gelmenize lüzum yok,” sözünü duyunca kim senin gibi ferahlayabilir?

bunlar bildiğin şeyler babacığım; sana biraz da bilmediklerini anlatayım: mesela, cenaze törenin nasıl oldu? cenaze namazın nasıl kılındı? genellikle bir aksilik olmadı babacığım. ben ağladım. okulda o günlerde ‘hatırı sayılır’ bir durumda olduğum için oradan bir otobüsle bir miktar öğretim üyesi ve bir çelenk gönderildi. hayatın boyunca hiç görmediğin bazı kimseler ellerini önlerine kavuşturarak ve başlarını eğerek ölümün anlaşılmaz gerçeği üzerinde düşünüyormuş gibi yaptılar mezarının başında. tabut çukura konulduktan sonra üstüne büyük beton bloklar yerleştirildi. (bu teknik geleneği sevmiyorum babacığım; aşılmaz engellere karşıyım.) seni, annemin yattığı mezarlığa gömmedik. bazı yakınlarım öyle uygun gördüler.

insanlar arasında, onlar öldükten sonra bile anlaşmazlıkların sürüp gitmesini istiyorlar. benim üzüntümden yararlanarak seni mezarda annemden ayıran yakınım, aslında öteki dünyaya filan hiç inanmaz. oysa bana, “annen böyle isterdi,” dedi. sen bu adamı sevmezdin ve nedense ona yakınlık gösterdin. bu nedenle hiç hakkı olmadığı halde sana ‘babacığım’ derdi. artık ben akraba olmayanların birbirlerine ‘anneciğim, teyzeciğim, oğlum, kardeşim’ diye seslenmelerine bütünüyle karşıyım babacığım. artık gerçek bir akrabam kalmadığı için, bütün bu soğukluklara karşıyım. herkes birbirine adıyla hitap etsin. mantığı seven bir insan olarak senin de bu düşünceye karşı pek bir diyeceğin yoktur sanıyorum.

sen öldüğünden beri gittikçe daha ‘muhafazakar’ oluyorum babacığım. mesela, allah kimseyi genç yaşta anasız, babasız bırakmasın filan diyorum. sana oranla daha ‘münevver bir zat’ sayıldığım ya da kendimi öyle sandığım için, bu yargıya bir ‘filan’ sözünü eklemeyi de ihmal etmiyorum. aramızda ‘irfan’ bakımından –görünüşte- bir fark olduğu doğrudur. sen böyle görünüm inceliklerini akıl edemeyecek kadar saf olduğun, yani benim gibi ‘zıt kuvvetlerin muhasalası’ olmadığın için belki de bu yazdıklarımı biraz karışık buluyorsun. aslında karışıklık içimdedir ve bu mektubu yazma isteğim, karışık ruhumun kapıldığı samimiyet buhranlarından biridir. bu buhran, genellikle senin ölümünden sonra içimde daha kuvvetle hissettiğim cemil beyi yaşatma çabasıyla ilgilidir. içimde benden ayrı olduğunu sandığım bir de cemil beyin bulunmasına sen ‘tezyid-i şahsiyet’ mi yoksa ‘taksim-i şahsiyet’ mi dersin pek bilemiyorum.

benzer taraflarımız olduğu bir gerçektir. sen üstüne başına dikkat etmezdin; bense ne kendime bakıyorum ne de arabama. uzun yıllarını geçirdiğin büyük şehrin sokaklarında ikimiz de kir içinde dolaşıp duruyoruz. (annem duymasın.) bazen arabayı bir ara sokakta durdurarak küçük ve karanlık meyhanenin birine giriyorum. senin deyiminle ‘tedrici intihar’. bununla birlikte, bazı yazı denemeleri –bu mektup gibi- yaptığım için, arkadaşlar arasında –bu içki ve perişanlık gibi bütün tutarsızlıklarıma rağmen- oldukça ilgiyle karşılandığım söylenebilir. sağ olsaydın yazdıklarımdan bir satır anlamamakla birlikte gene de benimle öğünürdün sanıyorum.

galiba biz, babacığım, birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik. aslında yazdıklarım senin deyiminle ‘uydurma’ şeylerdi; annemin seyrederken ağladığı filmler ya da okurken duygulandığı romanlar gibi ‘hepsi uydurma’. sana yazdığım bu satırların da bir kısmı ‘uydurma’ olabilir; sana açıklamakta zorluk çekeceğim bazı nedenlerle senin anladığın biçimde bir gerçeklikten uzaklaşmak zorundayım. ayrıca gerçek ya da uydurma olan bu satırları benim hissettiğim şekilde anladığından da şüphedeyim, hatta anlayıp anlamadığını da bilemiyorum.

işte böyle babacığım, bazen de gerçeklik buhranlarına kapılıyorum. bu yüzden sana gerçeklerden, senin de karşı çıkmayacağın gerçeklerden söz etmek istiyorum. bugünlerde özellikle ansiklopedik gerçeklerin çok tutulması ve ilgi duyduğum, sevdiğim kimselerin gittikçe unutulması yüzünden, baştan aşağı gerçeklerle dolu ve birçoklarına göre önemsiz sayılacak hayat hikayelerinden meydana gelen bir ansiklopedi yazmak istiyorum. buna benzer denemelerim oldu. ama onlarda senin deyiminle gerçekten ‘uydurma’ şeylerdi. bu nedenle babacığım, herkese açıkça ilan ediyorum: 1892 de doğdun. ülkemizin ortalama ömür sınırını çok aştın. duyduğuma göre isveç ortalamasını filan bulmuşsun. köyde, kasabada, taşrada yetiştin. olgunluk çağı denen döneminde, ülkeyi yönetenler daha kalabalıkmış gibi görünsün diye, taşradan getirilerek onların arasında yer aldın. ‘fırka katib-i umumiyesi’nin ya da daha başka ‘ekabir’in gözüne girmek için kürsülerde bağırmak gibi bir münasebetsizliği beceremediğinden, bugün benim özel ansiklopedimin dışında yer alacağını hiç sanmıyorum.

sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor ya da onun gibi bir şey. büyük şehirde, ülkeyi yönetenlerin toplandığı salonda neden bulunduğunu hiç düşünmedin. ayrıca insanın evrendeki yeri konusunda da düşüncelere daldığını sanmıyorum. fakat –bu söylediğim gerçekten gerçek babacığım- ben bütün bunları düşündüğüm halde yerimi bulamadım. beni daha iyi yetiştirseydin, mesela ne bileyim yabancı ülkelere filan gönderseydin, bugünkünden daha esaslı olmasam da, kendimi ifade ve eşya ile münasebetimi tayin ve kainattaki yerimi tespit gibi hususlarda daha becerikli olurdum. sen her zaman tutarlıydın; olduğun gibi olmaktan gurur duyuyordun; olduğun gibi davranıyordun. bense küçük hırslar yüzünden bocalıyorum; senin deyiminle ‘iki cami arasında beynamaz’ ya da senden önce senin gibi rahmetli, olan numan beyin deyimiyle ‘güreş, güreş, hacı muhammed altta’ bir durumdayım. ‘tedrici inhitat’ oluyorum senin anlayacağın. görüyorsun senin hayat hikayeni bahane ederek gene kendimden bahsediyorum. senin asaletini tevarüs etmediğim için her fırsatta kendimi ileri sürmek gibi bir zillete tenezzül ediyorum.

neyse, sana dönelim babacığım. hiçbir savaşa katılmadın ve kelimenin bilinen anlamıyla hiçbir kahramanlık göstermedin. bu nedenle madalya filan gibi manevi ödüllerden yararlanmadığın gibi han-hamam-çiftlik gibi maddi ödüllerin üstüne de oturmadın. siyasetin içinde yaşadığın halde siyaseti bilmediğin için barış döneminde de başarılı olamadın. bu bakımdan sana yöneltebileceğim en kuvvetli tenkit şudur; kendini sunmasını hiç beceremedin babacığım. hemşerilerinin büyük şehirde kaldıkları hanları ziyaret ederek onlara kartvizitlerini dağıtmadın, dairelerde seçmenlerinin işlerini takip etmedin. bütün yaptığın, seçim bölgene gittiğin zaman eğer ramazansa sokakta sigara içmemekten ibaret kalmıştır. kendini çok beğendiğin halde kusurlarını bilmediğin gibi, meziyetlerinin de farkına varmadın. genellikle sert, duygusuz ve bencil göründün. bu özelliklerinde huysuz bir çocuğa benziyordun. çocuk diyorum, çünkü kötü huylarından bir ‘menfaat temini cihetine’ gitmedin. bana sorarsan, hemen bütün konularda çocukça yani samimi fikirler ileri sürdün; bununla birlikte bu davranışlarının ev içinde ‘menfi neticeler tevlid ettiği’ oldu. ben bu sonuçlardan çok yakındım ve ‘asi evlad durumuna müncer oldum’.

birlikte yaşadığımız günlerde, bütün beğenilerim sana karşı duyduğum tepkilerle oluştu. sen klasik türk müziğini ‘goygoyculuk’ olarak niteledin; batı müziğine tepkini de sadece, ‘kapat şunu’ biçiminde gösterdiğin için ben, her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime. kültür hakkında öteki yargıları da pek iç açıcı değildi. özetle, çevrendeki her şeyi kesin çizgilerle ikiye ayırdın. (bu bakımdan da sana benzediğimi itiraf etmeliyim.) dünyada yalnız güzellerle çirkinler vardı, bir insan ya akıllıydı ya da aptal, senin gibi başını dik tutmasını bilemeyen bütün insanlar dalkavuktu; sana benzemeyen kibar davranışlı insanları da züppelikle suçlardın. biz –annemle ben- sana itiraz ederdik; fakat ben farkına varmadan senin orta yola fırsat vermeyen bu acımasız sınıflamalarını benimsemişim babacığım. üstelik –en kötüsü de bu galiba benim için- böyle olduğumdan gizlice memnunluk duyar gibiyim ki, işte asıl buna dayanamıyorum; çünkü ben babacığım, biraz da duygularımın ‘romantik’ bölümünü, sen kızacaksın ama, annemden tevarüs ettim.

özellikle bazı kitapları okuduktan sonra, içimdeki bu aşağılık çelişkilerin daha da farkına vararak, senin hiç anlamayacağın bir biçimde sabit gözlerle boşluğa bakıp duruyorum. senin işin bir bakıma kolaydı babacığım. birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşadın. sinemaya gitmedin. hiç roman okumadın. zeytinyağlı enginar yemedin. yabancı ülke özlemi çekmedin. kimseye hediye almadın. evde kuşkonmazdan başka bitki yetiştirmedin. yalnız halk türkülerini sevdin. basit beğenilerinin yanında beni şaşırtan duyarlıkların vardı. bir örnek vermek gerekirse

çalkan karadeniz çalkan
gemiler açıyor yelken

gibi beni çok duygulandıran bir masal türküsünün yanısıra

yekte yavrum yekte
pastırmalar yükte

türküsünü de aynı keyifle söyledin ve dinledin. ben sonradan edindiğim bir duyarlıkla, ikincisini sanki alaya alıyormuşum gibi değerlendirerek işin içinden çıkmayı denedim: şu ‘filan’ sözünü, basit duygululuklarımı gizlemek için kullandığım gibi filan.

şimdi artık öldün babacığım. sınırlarını kesin olarak belirlediğin bir dünyada, bana sorarsan, belirsiz bir biçimde yaşadın ve öldün. seni artık değiştirmek mümkün değil babacığım; bu nedenle kendimi de değiştirmenin mümkün olacağını sanmıyorum. sabit nazarlarla boşluğa baktığım zamanların çoğunda temeldeki benzerliğimizi gizlemek için ümitsiz süslemelerle kendimi yoruyormuşum gibi geliyor bana. senin anlayacağın babacığım, züppe olarak nitelediğin insanların, iç sahteliklerini örtmek amacıyla giriştikleri kibarlık çalışmaları içindeyim sanki. senin gibi tutarlı olmadığım için çoğu zaman kuşkulara kapılıyorum ve ütüsüz pantolonlarla lekeli gömleklere kısa bir süre için son veriyorum.

bugün, genellikle seni benden başka hatırlayan yok babacığım. öldüğün için durumu bilmiyorsun; ama, sana açıkça belirtmek zorundayım ki, çevrendeki kuru kalabalığın büyük bir kısmı daha şimdiden tarihe geçmiş vaziyette babacığım. okuma kitaplarında senin gibilerin davranışları örnek gösterilmekle birlikte onların adları ve ikimizin de çok iyi bildiği küçük ve karanlık yaşantıları yer alıyor. sen artık öldüğün için senin adına uydurma nutuklar, düzme makaleler, hayal ürünü tartışmalar icat etmek ve seni onların çok üstünde dalgalandırmak istiyorum. çünkü hepinizi tanıyan –gerçekten tanıyan- on kişiden dokuzunun, bir seçim yapmak gerekirse, oylarını sana vereceğini ismim gibi biliyorum. göreceksin babacığım, şu tek başıma yazacağım ansiklopediye bir başlayabilsem her şey düzelecek. kimsenin doğru dürüst bir şey bilmediği bu ülkede şundan bundan –yani yabancı yazarlardan- makaslama metoduyla birkaç eser veremez miydin yani? tercümeleri ben yapardım. annem de sana okurdu. (hiç olmazsa şunu kabul etmelisin ki babacığım, çoğu zaman sadece annemin okuduklarını anlardın. senin dilini, görünüşteki bütün karşıtlığınıza rağmen, galiba sadece annem bilirdi.)

aramızda hiçbir zaman, alışılmış baba-oğul ilişkisi olmadı. ne ben, bütün meraklı çocuklar gibi durmadan her şeyi sana sordum; ne de sen oturup bazı şeyleri bana açıklamak gereğini duydun. bu yüzden, bir çok olayın nedenini zamanında öğrenemediğim için, dünyanın birçok yönünü hiç bilemedim. bazı olayların nedenini de çok sonraları öğrenebildim. mesela yemekten kalkınca herkesten önce ellerini yıkamak isterdin; banyoda, “ben sigara içeceğim,” diyerek beni iterdin. ben de senin gibi sigara içmeye başlayıncaya kadar, bu davranışın bana hep esrarlı göründü. sonra karşılıklı sigara içmeye başladık. sonra günün birinde karşısında, ‘bacak bacak üstüne atıp sigara içen’ oğlunu azarladın. davranışlarında genellikle hep böyle geç kalırdın. karımdan ayrılıp sana sığındığım zaman da, “geceleri eve geç geliyorsun,” gibi, yıllarca önce söylenmiş olması gereken sözlerle beni tedirgin ederdin. oysa babacığım ben evlenmiştim, ayrılmıştım, çocuğum bile vardı; yani bir bakıma senin durumundaydım. sen de yıllarca önce bazı işlerini bahane ederek büyük şehire gidip bizi günlerce yalnız bırakmaz mıydın? ben de işte öyle olmuştum babacığım: ‘istediğim gibi yaşamak’ diyebileceğimiz bir işim çıktığı için evden, kendi evimden ayrılmıştım.

ben sonra eve döneceğim babacığım. bazı durumlarda sana oranla biraz aşırı davrandım. belki de kendime bu dünyada bir yer yapabilmek için, birçok düşüncemi ‘kuvveden fiile’ çıkarmaya çalışıyorum. aslında sen böyle bir şeyi hiç düşünmedin; bununla birlikte, yeryüzünde senin kadar yer yaptığım da söylenemez. bu yüzden sinirli, sabırsız ve hırçın oldum. biliyorsun, seninle de çok çatışırdım, kapıları filan vurup giderdim. bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı içimde: bence her zaman bana haksız yere söylenirdin; çalışkan bir öğrenci olduğum halde “bu çocuk kitap yüzü açmıyor,” diye homurdanırdın, üstüme uymayan kötü dikilmiş elbiseler giydirirdin, istemediğim okullara gönderirdin beni, sızlanmalarımı da hiç dinlemezdin. bugün, belki de sen artık öldüğün için, bana bir zamanlar haksızlık ettiğini düşünemiyorsam da, bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık bütün dünyayı suçluyorum bu bakımdan,. bu bakımdan da istemediğim bir yerlere vardım, artık bütün dünyanın suratına çarpıp duruyorum kapıları.

senin ‘egoist’ olduğunu söylerlerdi; benim için de şimdi buna benzer sözler ediyorlar. annem öldükten sonra bir süre sen de yalnız kalmıştın ya, bu yüzden yalnızlığı bilirsin sanıyorum. ben de yalnızlığımda sana benzedim babacığım: kendime yemekler pişiriyorum; senin kirli ropdöşambrına benzeyen bir şeyler giyip, bir karış sakalla evin içinde huzursuz dolaşıp duruyorum, yanık kalmış elektrikleri söndürüyorum, durmadan para hesabı yapıyorum, kendimi biraz iyi hissettiğim günlerde çarşı pazar dolaşarak her malın iyisini almaya çalışıyorum. gittikçe sana benziyorum babacığım: kimseleri beğenmez oldum. aynaya pek bakmıyorum ama sevmediğim şeylerden söz ettikleri zaman suratımı senin gibi buruşturduğumu hissediyorum. birilerine oturmaya gittiğim zaman yemeğe kalmam için ısrar edilmeyince senin gibi, belki de senden çok şiddetli bir biçimde içerliyorum herkese; yalnız, senin yaptığın gibi, kötü yemekleri açıkça beğenmezlik edemiyorum.

istiyorum ki babacığım artık herkes öğrensin hiçbir şeyi beğenmediğimi. senin başına gelenleri düşündükçe hiçbir duygunun içimde kalmasına, hiçbir öfkenin sadece içimde büyümesine razı olamıyorum artık. senin gibi ben de artık aklıma geleni hemen herkesin yüzüne haykırıyorum. eski pısırık oğlunun bu durumunu görseydin gurur duyardın diyemiyorum; çünkü, sözlerime ‘muhatap’ olanların tepkisine bakılırsa pek övünülecek durumda değilim galiba babacığım. genellikle belirsiz bir isyan halindeyim. derler ki sen de çocukluğunda eve dönünce anneni bulamazsan hemen sokağa fırlar ve onun misafirliğe gittiği evin camını taşlarmışsın. ben senin gibi köyde değil şehirde, evde değil apartmanda büyüdüğüm için, çocukluğumu bir bakıma yaşayamadığım için, bu konuda biraz gecikmiş de olsam yalnız bırakıldığımı hissettiğim zaman kendi çapımda mesele çıkarıyorum, herkesin burnundan getirdiğimi sanıyorum.

oysa şimdi seni düşündüğüm zaman babacığım, durmadan gülümsüyorum. seni sen olarak yaşamak istiyorum. istiyorum ki evde annem gibi biri olsun ve ben de mutfağa giderek. “burada gene bir şeyler kaynıyor muazzez,” diye içeri seslenebileyim ve bana “kaynadığını görüyorsan altını kıs cemil bey,” denilsin ve ben de hiçbir şey yapmadan mutfaktan çıkayım. belki de nasıl bir insan olduğunu bugün bile bilmiyorum; daha doğrusu bugün, senin bilmediğin bazı şeylerin varlığından haberim olduğu için, bu bakımlardan nasıl bir insan olduğunu merak ediyorum. acaba senin de bilinç altın var mıydı babacığım? bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. sanki osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana. senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle ‘varoluşçu bir bunalımı’ yanyana düşünemiyorum doğrusu. aslında bizler de bir özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı meseleleri bu yüzden büyütüyoruz.

acaba bütün bunları sana şimdi anlatsaydım nasıl karşılardın, yazdıklarımı okusaydın ne düşünürdün? hepsini ‘deli saçması’ mı bulurdun? sizin zamanınızda herhalde böyle zorluklar yoktu babacığım; yemek ve bilmece çözmek ve benim zorumla radyo radyodan dinlediğin alafranga müzik ve sineklerin camı kirletmesi ve gazetede sağlıkla ilgili makale hakkındaki düşüncelerin ve aylık bütçe hesapların ve yarın pişirilecek aşureye neler katılması gerektiği ve benzeri ve ilgisiz bütün düşüncelerinin ‘bilinç akımı’ denilen karmaşık bir düzende yer aldığını bilseydin sanırım yemekten sonra o yüksek koltuğunda rahatça uyuklayamazdın. maddenin temel yapısında düzelmesi mümkün olmayan bozuklukların başladığını ya da bazı tabiat kanunlarının artık eskisi gibi aynen tekrarlanmadığını duysaydın acaba endişelenir miydin?

aslında ‘ruhiyat’la ilgili yenilikleri ben bile doğru dürüst bilemiyorum babacığım. (mesela, egoist olduğun halde, sen de ‘ego’nun farkında değildin.) bir yerde okumuş olsaydın da bana “oğlum sende oedipus kompleksi var mı?” diye sorsaydın ne karşılık vereceğimi bilemezdim sanıyorum. hani ben sana kızınca ya da belirsiz nedenlerle içimde tanımlayamadığım sıkıntılar duyunca gidip sabahlara kadar içerdim ya, şimdi öyle yapmıyorlar babacığım. bu senin duymadığın bilinçaltıyla ilgili doktorlara gidiyorlar. bense aslında sana benziyorum babacığım; artık içki de iyi gelmediği için böyle durumlarda koltuklara baykuş gibi tünüyorum.

demek ki senin köylü tabiatın bana miras kalmış babacığım: medeniyeti sevmiyorum. bugünlere yetişebilseydin, sen de benim gibi televizyondan nefret ederdin sanıyorum. ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum; yani, sonradan görme deniz özlemcileri gibi kıyıda balıkçılarla filan sohbet etmek istemiyorum. balığa çıkmak bize göre değil babacığım. ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde (çevrede belki de bir iki ağaç olabilir) ahşap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. evin resmini de tanıdık yaşlı bir mimara çizdirdim. (gençlere güvenim artık kalmadı babacığım.)

sana anlatması biraz zor ama, oraya gidişim bana haksızlık eden dünyaya karşı bir baş kaldırma hareketi olacak diyebilirim; yani ben orada bulunmakla onlara, “işte bütün ‘terakkinizi’ gördüm ve ‘aslıma rücu ediyorum’ (yani cemil beye dönüyorum”, diyeceğim ve onlar da bunu anlamayacak. sen bunu ziya paşanın ya da mehmet akif’in tepkilerine benzetebilirsin. annem duysaydı çok ağlardı. sen nasıl karşılardın bilmiyorum, herhalde bunu da sana karşı bir hareketim olarak ‘tavsif’ etmezdin. gene de, beni bu duruma kitapların getirdiğini söylerdin. lukianos’u okuduğum zaman da bir gün kitabı karıştırmış ve içinde tanrılarla alay eden bölümü görünce, “bu oğlan onun için allaha inanmıyor, bana karşı geliyor,” diye pek gerçekçi sayamadığım bir yorumda bulunmuştun. sen de allaha –bunu hiçbir zaman kabul etmediğin halde son yıllarında inanmıştın babacığım. son yıllarında cuma günleri ortadan kaybolup camiye gitmeğe başlamıştın. acaba daha önce, mesela gençliğinde, buna benzer bir ‘iman buhranı’ geçirmiş miydin? neyse, son yıllarında böyle bir değişikliğe uğradığını da kabul etmedin. her zaman ‘namazında niyazında’ olduğunu ileri sürerek beni çileden çıkardın.

benim bu dağa çekilme meselesini de belki eski inançsız yaşantıma bir tepki olarak ‘telakki ettiğim’ için, senin çocukluğuna sığınıyorum babacığım. hareketimin, annemde beğenmediğin biçimde bir duyarlık ilgisi yok. yani artık haddimi biliyorum, önünde ‘hayat’ denilen bir taşlık bulunan dağ evimde senin dönemince bilinmeyen ruhsal karışıklıklarımı yaşıyorum, kuyudan su çekiyorum ve eşeğime yüklediğim dallarla ocağımı yakıyorum. buna ‘şimdilerde’ kaçış diyorlar babacığım; bir takım toplum sorunlarını çözemeyeceklerini hisseden burjuva, yani senin anlayacağın şehirde yaşayan ve üstelik şehirdeki günlük yaşantının geleneklerini benimseyen aydınlar böyle yapıyormuş. sen böyle söyleyenlere bakma babacığım. oğlunu onlardan öğrenecek değilsin ya. sen de aslında annem gibi benim hiçbir zaman kötü bir şey yapmayacağıma inanırsın değil mi?

hani bir zamanlar bazı kitaplar okuyordum da eve bazı asık suratlı adamları çağırıp onlarla bağırarak tartışıyordum; o zamanlar annem, başıma bir şeyler geleceğinden endişelenmekle birlikte, gene de bu konuda kendisini uyaran ahbaplarına karşı beni savunuyordu. şimdi beni savunan kalmadı babacığım; çünkü ikiniz de öldünüz. işte ben de yalnızsam, yalnızlığımı bilmek için çoğu zaman –sabit nazarlarla boşluğa baktığım zaman- bu kerpiç evi gittikçe daha ciddi bir biçimde düşünüyorum. ben bu asık suratlı aydınlara hiç benzemiyorum babacığım; onlara karşıyım ve senin içtenliğinden yanayım. bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?

mektubuma burada son verirken hürmetle ellerinden öperim.

oğlun.


not: demiştim ama okumaktan korkma diye..

kadir CANGIZBAY ne demiş-5

By "en" on 06:02

yorum (0)

Filed Under:

12 EYLÜL MUZAFFER:

Kızım okula başladıktan sonra yazdığım ilk yazı 'Kızımı da Maymunlaştıracaklar' olmuştu. Tabii, durduk yere değil: Okuldan, bütün velilere tembih ediyorlardı, çocuğunuza kesinlikle harfleri, hecelemeyi öğretmeyin; okuma-yazmayı biz onlara 'dedüktif'(tümdengelimci) metodla öğreteceğiz diye; yani, önce cümleler, sonra kelimeler, harfler ise en sonra.

Giderilmesi gereken bazı eksiklikleri ('k' ve 'l'de ince-kalın ayırımının ve gerçek bir uzatma işaretinin yokluğu gibi) bulunmakla birlikte, bizim alfabemiz fonetik bir alfabedir: Her harf, mutlaka ve hep aynı bir sessel değer taşır; hangi kelimenin içinde, kelimenin neresinde ve hangi harfin önünde/arkasında bulunursa bulunsun. Bu sayede, çocuk bir kere harfleri belleyip hecelemeyi öğrendi mi, her şeyi doğru okuyup yazabilir hale gelir. Bu tür bir alfabe demokratizan bir karakteri de var: insan hiç tanımadığı/anlamını bilmediği sözcükleri de doğru okuyup yazabiliyor; yani onlara kalemiyle de, gözüyle de ulaşabiliyor. Oysa -Cüneyt Akman geçenlerde anlatıp örneklendirdi ve de çok iyi yaptı- eski harflerle, kendisini tanıyıp anlamını bilmediğiniz sözcüğü ne doğru okuyabilir, ne de yazabilirsiniz.
Okuma-yazmada 'dedüktif' metod, Amerikalıların dayattığı bir metod: Çoğu kez onların dayatmasına bile gerek kalmadan bizim kompradorların kendi egemenliklerini pekiştirip sürdürmek uğruna, beynimizden cebimize, toprağımızdan canımıza her şeyimizi büyük patronun nüfuz ve müdahalesine açmak üzere attıkları adımlardan biri; tıpkı Q klavye veya 1951 Komünist Tevkifatı, Kore'ye asker gönderme, 24 Ocak kararları vb… gibi.

Adamlar, kendi dillerinin yazımını neredeyse hiçbir kurala bağlayamamışlar. Cell'i Fransızca'dan almış, Fransızca'ymış gibi sel diye okuyor; cello'yu ise İtalyanca'dan, dolayısıyla da çello diye. Hele knife'taki, knowledge'deki 'k'ların durumu içimi burkuyor: Sen hem koskoca 'k' ol, üstelik arada/ortada bir yerlerde değil kelimenin en başında yer al, sonra da sana hiç orada yokmuşsun muamelesi çekilsin. Bu arada, okula yeni başlayan Amerikalı/İngiliz çocuğun halini de düşünüyorum: nayf diye bildiği şeyin bir de 'k'sı varmış. Bir harfin sadece nasıl okunacağı değil, okunup okunmayacağı da kelimeye göre değişiyor: Doğru okuyup yazabilmek için kelimeyi tanıyıp bilmek gerekiyor; dolayısıyla temel birim harf değil, içinde geçtiği bütün/tümlük oluyor. Fonetik alfabe ortamında ise doğru okuma ve yazma, sözcüklerin yazımının ezberlenmesine değil, akıl yürütmeye benzer bir eyleme dayanır ki, burada kişi, gördüğünü okurken çözen, duyduğunu yazarken de inşa eden bir özne konumundadır. Ama, "Türk çocuğunun Amazon'un genişliğini, Missisipi'nin uzunluğunu bilmesine ne gerek var" deyip 'milli coğrafya/tarih' anlayışı doğrultusunda genel kültürü fuzuli ilan eden darbeci başı ve şürekasının en son isteyeceği şey de muhakeme kabiliyetine sahip olup genel çerçevelerden kalkarak özel durumlara ilişkin bilgi üretebilecek, yani bilgi öznesi niteliğine sahip insanların mevcudiyeti.

Geçen gün, en az elli kişilik üniversite sınıfında sordum:"'Zeytin'in Öz-norveçce'de, yani kökü de kökeni de Norveçce olan bir karşılığı olabilir mi?". Yegane cevap,"hocam biz Norveçli değiliz ki, ne bilelim" oldu. Belli ki, test kitaplarında böyle bir soru ve cevabı yoktu. Zeytinin hangi iklimde yetişip, Norveç'in de coğrafi konumu belki hala öğretiliyordu ama, genele ilişkin bu bilgilerden kalkıp özel bir durum hakkında bilgi üreten bir özne olabilecekleri umudu ve güveninden tümüyle yoksundular: Darbe esas amacına ulaşmıştı. kazanmıştı.

Biliyormusunuz, darbecilerin ilk yaptıkları işlerden biri de, o kendisine tapıyormuş gibi yaptıkları Atatürk'ün bile kitaplarına tahammül edemeyip, Anıt Kabir'de daha önce sergilendikleri salona özel giysi ve kullandığı jimnastik aletlerini koydurtmak olmuştu.

birgün gazetesinden alıntıdır..

kadir CANGIZBAY ne demiş-4

By "en" on 13:46

yorum (0)

Filed Under:

BİRAZDA TEORİK UKALALIK:


Gurvitch için Marx, 'gerçekçi hümanist'; Marx'ın kendisi de Fransız Devrimi'nin en hakiki evladı. Fransız Devrimi'nin şiarı 'Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik.' Sosyalizm, bu şiarın dışlanması/aşılması değil; nasıl gerçeğe dönüştürüleceğini araştırma/deneme: Gurvitch'in gözünde Marx, sosyalistliğinden çok sosyologluğuyla önemli. Her gün, isterse yüz vakit bu şiarı toplu halde tekrarlasanız da kendiliğinden gerçekleşeceği yok: Marx, bu şiarı hangi güç gerçekleştirir onu bulmanın peşinde. Toplum/beşeri gerçeklik niyetlerle ne kurulabilir, ne de açıklanabilir. O yüzden de, Comte, Sosyoloji'nin isim babası ama, kesinlikle gerçek babası değil.
'Gerçekçi Hümanizm' denince, bundan 35 yıl önce tanıdığım bir Alevi dedesi geliyor aklıma. Elazığ'ın Ağın kazasının katırın bile zor tırmanacağı bir köyünde tanıdığım. Sosyoloji 4. sınıfta Keban Barajı su toplamaya başlayınca terk edilecek köylerde bir araştırmaya götürülmüştük sınıfcak; işte o vesileyle. Dede, en az 70 yaşlarında; kendi eliyle yonttuğu ahşap bir ağızlığı da hediye etmişti bana; diyor ki "ah oğul, şu sosyalizm, keşke toklar tarafından kurulabilecek bir şey olsaydı..." 'Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik'ten yana olduğu belli, ama toplumun niyetler temelinde biçim-lendirilemeyeceğinin, fikirlerin/ideallerin zorunlu ama insanları fiilen harekete geçirmede yetersiz kalacağının bilincinde olduğu da apaçık; 'keşke' diyor. Bu güzel insanlar artık o güzelim kartal yuvası yurtlarında değiller; baraja su toplama bahanesiyle, o da olmadı faşist militanların insanlara yurtlarını dar etmesi sonucu. Ne Hasankeyf kurtulur, ne de benzerleri: Bu, bir devlet politikası. Cumhuriyet'i kurmuş bürokratın, kendi egemenliğini ilelebet payidar kılmak açısından, kafasındaki ideal, mükemmel, dolayısıyla aynı zamanda 'geniş' de olan bir 'şimdiki zaman' ki, bu aynı zamanda geçmişin değersiz addedilmesi, mümkünse yok edilmesi, geleceğin de hem gereksiz hem de olanaksız kılınması.
Marx ve Alevi dedesinden geçip tekrar Gur-vitch'e geliyoruz; kavramlaştırma babında: 'Özgürlük ihtiyacının varoluşsal belirlenimi.' Türkçesi, açlığa mahkûm olmaktan kurtulmanın/karnını doyurma özgürlüğünün peşine ancak/en fazla açlar düşer. Aç adamın da bu hamlesi çerçevesinde diğer beşeri değerlere saygılı, onları gözetir olması beklenemez: O güzel dedenin hayıflandığı, ama başka türlüsünün de mümkün olmadığının bilincinde olduğu da işte tam tamına bu idi.
'Özgürlük ihtiyacı' kavramı kendi içinde hiçbir işe yaramaz; zira neyin özgürlüğü: Mesela Türkiyeli bir Türk olarak kendi çocuğuma kendi dilimde bir ad koymak, benim için bir özgürlük kalemi değildir, dolayısıyla böyle bir özgürlüğün ihtiyacını hissetmem ve bu ihtiyacı gidermek üzere harekete geçmem de söz konusu olamaz; ama, Türkiyeli bir Kürt için durum çok farklı. Kıssadan hisse: Özgürlüklerin evrensel bir katalogunu çıkartmak/hiyerarşisini tespit etmek mümkün değildir. İşte tam bu noktada Hocam Necati Öner'in "insan hürriyeti daima bir şeylere karşı gerçekleşir" önermesinin o heybeti ortaya çıkar ve biz sosyalistlere, yani 'Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik' şiarını benimsemekle yetinmeyip gerçekleştirmenin peşine düşmüş -görece de olsa-güzel insanlara Çoban Yıldızlığı yapar hale gelir: İnsanları, hangi noktada ki, bir önceki duruma göre, dıştan belirlenir/özgürlüksüz hale getiriliyorlar-bu isterse, oturdukları sokağın adının başka birilerince değiştirilmesi olsun-, işte tam bu noktadan yakalayıp 'bir şeylere karşı direnir kılma' ilkesi temelinde-dir ki, sosyalizm, bir yandan her türlü şablon-culuk tehlikesini ilelebet bertaraf ederken, kendisine ebed-müddet hayatiyet kazandıracak bir stratejinin metodolojisini de kurma gücüne kavuşmuş olacaktır.

birgün gazetesinden alıntıdır..

kadir CANGIZBAY ne demiş-3

By "en" on 13:41

yorum (0)

Filed Under:

KİMLİK VE KİŞİLİK:


Dikkat ettiniz mi, kimlik kavramının içini doldururken kullandığımız parametreler hiç de "sen kimsin" diye sorulduğunda sayıyor olduklarımız değil. Bu soru karşısında ilk cevabım "ben Kadir'im" olur. Sonrasında da işte İzzet Bey'in oğlu, Cansu'nun babası vs... Buna karşılık "Türküm" demek ancak "nesin" dediklerimde vereceğim cevaplardan biri olabilir, ayrıca hiç de ilki değil. Bu durumda kimlik yerine 'nelik' gibi bir sözcüğün kullanılmasının daha doğru, daha az yanıltıcı olacağını düşünüyorum.

Kimlik kavramı üzerinde düşünürken/bu kelimeyi kullanırken, bunun yabancı dillerdeki karşılığının 'identite/y', dolayısıyla esas anlamının özdeşlik olduğunu hatırlamak oldukça uyarıcı/yararlı. Bu noktaya dikkatimi çeken de sosyolog bir dostum olmuştu ve benim için çok önemliydi; o yüzden nerede ne zaman olduğunu bile hatırlıyorum: Ankara-Bolu otoyolunun Gerede'ye yakınlarındaki en yüksek noktasına üç-beş kilometre kala, ıı Aralık 1994 günü, akşam üstü.

Her özdeşlik, gerçek varlıklar için ister istemez bir indirgeme/indirgenmedir de. Evet Türküm, erkeğim, ama ne Türklüğümden, ne de erkekliğimden ibaretim. Daha da önemlisi kimse bana sen Türk veya erkek değilsin demediği sürece ne Türklüğüm aklıma geliyor, ne de erkekliğim. Aynı şekilde Fenerbahçelili-ğim de ancak ve ancak, diyelim "sen Beşiktaşlısın" denirse aklıma gelip açıktan beyan edeceğim bir şey. Ayrıca Fenerbahçeli olmam illaki Fenerbahçeyi tutmamı/desteklememi de gerektirmiyor: Futbol, kuralları ve nasıl işleyeceği insan tarafından belirlenmiş bir düzenek, yani bir medeniyet eseri. Bu düzeneği kendi dışından etkilemek üzere taraf tutmak/tavır almak, aynı zamanda medeniyet dışına düşmek.
Oşin Çilingir "kimlikler, vicdanın pranga-sıdır" diyor. Yani insan, kimliğinden kalkarak/kimliğini temel alarak yol almaya kalktığı ölçüde, adaletin de dışına düşmeye mahkum. Zira vicdan kelimesinin en azından Fransızca, İngilizce ve İtalyanca'da tek kelimelik bir karşılığı yok ve Fransızlar vicdanı 'for interieur', yani 'iç/içsel/deruni mahkeme' deyimiyle karşılıyorlar ve mahkeme de bir medeniyet eseri. Tabii bu noktada "her mahkeme adalet dağıtır mı" sorusu aklımıza geliyor; bundan kalkarak da yasa devleti ile hukuk devleti; ve bunun. Yanısıra yasal ile meşru kavramları arasında mutlaka bir ayırım yapılması zorunluluğu.

Evet, kimlikler vicdanın prangasıdır, ama ayrıca kişiliğin de mezarı. Bir örnek vereyim: Bir zamanlar Polis'te siyah-beyaz BMW motosikletler vardı, ki ben pek severdim; kişi olarak: Bu renklerdeki bir motosiklete Fenerbah-çeliliğime halel gelir diye binmemezlik ettiğimde, ister istemez kimliğim kişiliğimi mezara gömmüş olurdu; ama şu da var ki, birileri bana sürekli olarak sen Fenerbahçeli değil, Beşiktaşlısın dediği bir ortamda da bu motosiklete binmek, hatta gücüm yetiyorsa böyle bir motosiklet satın alıp sonra da herkesin gözü önünde uçuruma atmamak da şerefsizlik. Ve ben böyle yapmakla kişiliğimi kimliğime feda ediyorsam, 'kişilik mi-şeref mi' ikilemi içine hapsediliyorsam, kabahat kimde?



birgün gazetesinden alıntıdır.

Kadir CANGIZBAY ne demiş-2

By "en" on 13:27

yorum (1)

Filed Under:

SOL VE BAŞINI ÖRTMEK:

Sol üzerine bir sürü toplantı oluyor; ama, bak işte seni çağırmıyorlar. Çok içiyorsun; her lafına birilerine küfrederek başlıyorsun da ondan". Bu karımın tezi. 11 yaşında bir kızım var, o işin içine sigarayı da karıştırıyor: "Babam sadece çok içki değil, çok sigara da içiyor; o yüzden de dışlıyorlardır" diyor.

Dayımın kızı kocasıyla Amerika'da yaşıyor; bir 15 sene oluyor; küçük bir kızları vardı 5-6 yaşında; Yaz tatiline geldiklerinde bir gün Anıttepe parkında, açık havada bile sigara içmeme karşı çıkmıştı. Onu anımsıyorum ve sigara konusundaki bu duyarlılık insan sağlığı, yani insanların sağ kalması/ölmemeleri/öl-dürülmemeleri üzerindense en önce Amerikan ordusu olmak üzere bütün orduların lağvedilmelerinden sonra belki tartışılabilir demiştim, tabii küçücük kıza değil; anasıyla babasına.

Dayımın damadı Özer Ozankaya'nın yeğeni. 1988'de doçentlik sınavına ilk girdiğimde jürimdeydi. "Atatürk'ü anlayamamışsın, çünkü onu yeterince sevmiyorsun". Birkaç ay sonra Birsen Gökçe'ye rastladım; ODTÜ'deki Sosyal Bilimler Kongresi'nde, o da hem jürimde üyeydi, hem de Lisans'tan hocam; "Ah Kadirciğim" demişti, "senin kaliteni biliyorum ama, jüride öyle pazarlıklar oldu ki; hepinizi birden bırakmak zorunda kaldık": Gerçekten, üçümüzü de bırakmışlardı.
Yıl 1968; Hacettepe Üniversitesi'nde Fikir Kulübü toplantısı. 'Ordumuzun devrimci geleneği' ve *Ordu-Gençlik El Ele'; 38 yıl sonra şimdi uyduruyor değilim; demiştim ki "devrimcilik ve gelenek ve de devrimciliği gelenek haline getirmek; bütün bunlar şizofre-nik; ayrıca, ordu, sonuçta bürokratik bir kurum olarak kendi dinamiğini kendi içinde taşımaz, kim egemense onun 'fonksiyoner'i, yani işgöreni/görevlisi olarak davranır".

Sol, her şeyden önce Kemalist tortularından kendisini özgürleştirmek zorunda. Şöyle söyleyeyim: Ben bütün dinlere karşıyım; hele ki Müslümanlığa; zira baskısını hissettiğim din ne Hıristiyanlık, ne de Musevilik. O yüzden de tutturduydum; beni nasıl zorla sünnet ederler; vücudumun bütünlüğüne halel getirirler; inşallah yeterince param olsun, bir de doktor/ameliyat korkumu yeneyim, 5 Haziran 1955'ten önceki halime tekrar geleceğim diye. Ama daha sonraki yıllarda bir Todor Jivkof çıktı, Bulgaristan'da, sünneti yasak etti Müslümanlara, üstelik de sosyalizm adına, o zaman da sloganım "hepimiz bir kere daha sünnet olmalıyız sosyalist kılıklı bu maskara despota inat/karşı" olduydu.

Toplumsal gerçeklik, Gurvitch'in deyimiyle 'eylem ve eser'den oluşur, ama "eylem önce gelir". Eser olarak kültür kuruluşunda/oluşumunda tabii ki siyasidir, yani *eylem/yap-mak'a dayanır ama, yapılaşmışlığı ölçüsünde insanın 'olmak'ı/'kimlik'i içine yerleşir. Ve de insanın 'olmak'ı/'kimlik'i siyasetin konusu haline getirilip egemenlik ilişkilerinin oyun alanı gibi ele alındığı ölçüde artık saldırılan, diyelim başındaki bez parçası değil doğrudan doğruya kendisidir: Siyaseten kendisine müdahale edilen her şey ister istemez siyasile-şir; en somut örneği; başörtüsü türbanlasın
Evet, biliyorum; kadının örtünmesi, aslında erkek tarafından kapatılması; ama, açılması da erkeğin eseri ve büyük ölçüde metalaştırıl-mak üzere. Kadının kapatılmasını da, açılmasını da, temeldeki egemenlik ilişkisine değinmeden/dokunmadan ele almak, riyakârlık. 'Mehmetçik' ya da 'gerilla', kim ister oğlunun ölmesini; ama bütün bunlara karar verenler, erkekler.

Çok-hukukluluk, insan kavramının reddi-dir; ama, sol da çoğulculuğa cevaz veren bir hukukla başlar. Başını örtmek gibi kültürel bir hadise ve eğilim/yönelimi, siyasal bir inatlaşma konusu olmaktan çıkartacak olan yine soldur.


birgün gazetesinden alıntıdır..

Kadir CANGIZBAY ne demiş-1

By "en" on 13:18

yorum (0)

Filed Under:


ALCAK MI AHMAK MI?
Henri Bergson, annesi İrlandalı, babası da Polonyalı Musevi bir Fransız düşünürü. Otuzlu yıllarda Katolikliğe ihtida ediyor, ancak 1941'de ölüp de vasiyetnamesi açılınca bu ortaya çıkıyor: İnsanların Yahudiliklerinden ötürü ayırımcılığa tabi tutulup zulüm gördüğü bir dünyada Yahudilikten ayrılmanın insanlığa ihanet etmek olduğunu düşündüğü için bunu herkesten gizlediğini söylüyor; kısacası şerefli bir adam.
Bergson'un şöyle bir sözü var: İnsan zekâsının biley taşı, insanın karşılaşıp da üstesinden gelmek zorunda kaldığı engellerdir. Çok güzel bir söz ama, aynı zamanda bir 'şeyleştirme'yi de içinde taşıyor; zira, 'en-gel'i bir varlık kategorisi gibi ele alıp, aslında hiçbir şeyin eyleyen insandan bağımsız olarak engel nitelik taşımadığının altını çizmiyor: Önünde eğilindiği, çizdiği sınır kabul edildiği, karşısında geri çekilindiği anda/ölçüde hiçbir şey artık engel değildir ki üstesinden gelinip aşılması söz konusu olabilsin. Şöyle de söyleyebiliriz: İnsan zekâsının ön koşulu özneleşme/özne olarak kalabilme irade ve cehdidir.
Bitki ve hayvanlar canlıdırlar ama, kendi dışlarından belirlenmişlikleri ölçüsünde nesne olmanın ötesine geçemezler. Özne olmak ise insana mahsustur; daha doğrusu ancak insan için olanaklıdır, ama kesinlikle garanti değil. Burada aklıma doğrudan doğruya Jack London'ın Kurt Kanı'sı geliyor. Kurt Kanı, hem onun yayınlanmış ilk eseri, hem de benim kendisinden okuduğum ilk eser, taa 45-46 yıl önce; babam alıp getirmişti, Doğan Kardeş yayınlarından, üstelik de mukavva ciltli. Bir kızak köpeğinin gözünden insanın değerlendirilmesi. Zavallı köpekca-ğız sürekli hayret içinde. Çok çeşitli olay ve durumlarda şunu tespit ediyor ki, kendisi ve hemcinsleri insanlardan hep daha dayanıklı, güçlü, cesur, üstelik de sadık, kısacası her bakımdan üstün, ama yine de efendi olan hiçbir zaman köpekler değil, insanlar; köpekler ise, hep onların köpeği.. Ancak sonunda şunu fark ediyor ki, insanda, köpeklerde hiç bulunmayan ve zaman zaman ortaya çıkıp, garip bir biçimde gücün de sadakatin de önüne geçerek belirleyici olabilen bir duygu/kavram var: Hak/adalet.
'Höt' 'hak'kın önüne geçtiği ölçüde, sadece adalet de kendisinden söz edilemez hale geliyor olmayıp, böyle bir ortamda yaşayan insanlar da Bergson'un formülünün bire birlik iz düşümünde zekâsız/ahmak hale geleceklerdir ki, böylesine yaratıklaşmış canlıların Hrant Dink'in, üstelik de kendilerinin anadilinde yazılmış o güzel ve fevkalade yol gösterici cümlesini bile, anlamamanın ötesinde tam tersinden anlamaları kaçınılmaz olacaktır.
Durum şu: Ahmet Mehmet'e zamanında çok büyük bir kötülük etmiş; Mehmet de bu kötülüğe kafasını takmış, hiç mi hiç unutamıyor ve bu yüzden de ruhunu bu olayın hipote-ğinden kurtarıp, diyelim ne önüne gelen çiçeğin güzelliğinin farkına varabiliyor, kokusunu koklayabiliyor, ne yapabileceği resimleri yapabiliyor, ne söyleyebileceği şarkıları söyleyebiliyor, ne de sevebileceği kadınları sevebiliyor; kısacası geçmişte kendisine kaybettiri-lenlere kafayı takmışlığı bugün ve ileride kazanabileceklerine/inşa edebileceklerine de engel oluyor, başka bir deyimle tarihsel/kültürel zürriyetini de kurutuyor ve bizim Hrant da Mehmet'e diyor ki 'bırak artık şu Ahmet'i ve ondan nasıl intikam almayı veya onu yaptığına nasıl pişman edebileceğini düşünmeyi, nasıl olsa senin bir ailen, yakınların ve de sevenlerin var, onlarla ilgilen, onlarla birlikte yeni güzellikler yaratıp yaşamaya bak; yoksa kendi hayatını yine kendi elinle kendi kendine zehir etmiş olursun'.
Hrant Dink'in cümlesini böyle anlamayanlar ya Türkçe bilmemekte ya da Ermeni'den temizleyemedikleri zehirli kanı, akrep kadar bile olamayıp, kendilerine değil başkalarına zerketme peşinde olan taammüdi katillerdir.


kadir cangzbay- birgün gazetesinden alıntıdır..

Ahmed Arif' e dair bir kaç söz-1 / Engin DÜZ

süleyman demirel' le aynı dönemde afyon lisesin' nde okumasının bu kadar kısa sözle bu kadar çok şey anlatmasında bir ilgisi var mı diye hep düşünmüşümdür. belkide dönemdaşına inat, onun laf kalabalığına karşı bir tavırdı kelimelerle arasının bu kadar iyi olması.

aslında bu yazıya başka isimlerle olan ilişkilerini anlatarak başlamak istiyordum. sanırım en uygunsuz isimle başladım üstada dair sözler etmeye.

ahmed arif türk şiirinde kendisine ait bir yeri olan bir şairdir. enver gökçe, nazım hikmet gibi şairlerle karşılaştırılmış olsa bile asla bu şairlerden etkilenmemiştir. aksine için de bulunduğu dönemde varolan şiir akımına (garip) bile dönüp bakmamıştır. ki ahmed arif' in dönemdaşı ve sonrasında varolan bir çok şairi etkilemiştir bu akım. başka şairleden etkilendiği tek bir dönem vardır bu ise lise çağlarına rastlar. şiirle tanışan her genç gibi döneminin şairlerinden etkilenmeler olur. fakat bu durum ahmed arif' in şiire bakışına ve yüklediği anlamla asla uyuşmaz. lise dönemindeki bu kısa etkileşim sadece arif' i şiirle tanıştırmış ve son bulmuştur.

şiirler tanışmasından kısa dönem sonra şiirin nasıl yazılması gerektiğini ve neyi anlatmasını gerektiğini iyice belirlemiş ve bu doğrultuda şiirlerini yazmıştır.

"ve ben sairim.
namus iscisiyim yani,
yurek iscisi. "

mısralarıyla yaptığını en güzel sözlerle anlatmıştır yine.

ahmed arif' in garip akımından etkilenmemesinin en büyük etkenlerinden biride orhan veli, oktay rıfat ve arkadaşlarını birer istanbul burjuvası olarak görmesinden dolayıydı. bu grubu "fransız toplumunun, bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalarını kutsayan" şairler olarak tanımlıyordu ve halkın duygularına ve çıkarlarına yabancı olan bu yazarları kendi deyimiyle ırgalamıyordu. çünkü ahmed arif nede yaşadığını ve hangi baskılara maruz kaldığını bilen bir şairdi. şiiri bundan uzak olamazdı. "az gelişmiş değil, sömürülmek için geri bırakılmış bir ülkenin, aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuydu" kendisi ve bu her mısrasından kan misali damlıyor ve bıçak gibi kesiyordu bellekleri..

şiirde etkilenmek ile ettiği laflar bazı bulanık kafalar için ilça görevi görmektedir: "..iş bir kez etkiye dökülmesin. etkilere bile bile kucak açan bir şairin soylu bir yol seçtiği söylenemez bence. bu yol ile insan belki bir deneyci olabilir, ama asla şair olamaz.."

aslında böyle bir yazıya başlarken aklımda olan ilk isim cemal süreya idi.(cemo baboş) cemal süreya ile ahmed arif şiirleriyle pekte benzeşmemelerine rağmen sürdürdükleri hayat dolayısıyla büyük bir ortak paydası olan bir birliktelik içindeydiler. bu dostluk sağlam bir temelde gittikçe artan bir paydada devam etmiştir. hatta ahmed arif'in temiz bir gömleği olsaymış ve buluşmaya gelebilseymiş cemal süreya' nın kardeşiyle evli dahi olabilirmiş.

cemal süreya' nın ahmed arif dair verdiği bilgiler(yazdıkları, paylaşımı) azımsanmayacak derecededir fakat yazdığı kısa bir şiir en anlamlılarından birisidir gözümde.


"bir şair : ahmed arif
toplar dağların rüzgârlarını
dağıtır çocuklara erken"


söz cemal süreya' ya gelmişken "hasretinden prangalar eskittim" kitabının bize daha erken ulaşması için ortaya koyduğu çabalara değinmeden geçmek olmazdı. eğer mehmet fuat sözünden dursaydı ve yediği penaltılardan birazcık utansaydı kitap bir sene önce basılmış olacaktı. bu kitap için cemal süreya üç başarılı penaltı atmıştır.

ahmed arif adı asla siyasetten ayrı anılmamıştır. oysa arif halk şairidir. halkın diliyle seslenmektedir. yaşıtlarına ve çağdaşlarına bugünleri anlatan yaşlı bir ozan gibidir seslenmeleri. şiirinde sözü vardır. her kim okursa okusun şiirini kendisi sesleniyordur bize. şiirinde ortaya koyduğu şekil ve kendine ait mısra vurgularıyla bunu başarıp bir çok nesli etkilemiş bir şairdir. yaşadığı dönemin, süregelen acıların, yanlışların sesidir. aşkın sesidir ahmed arif.

"açardın,
yalnızlığımda
mavi ve yeşil,
açardın.

tavşan kanı, kınalı - berrak.
yenerdim acıları, kahpelikleri...
gitmek,
gözlerinde gitmek sürgüne.
yatmak,
gözlerinde yatmak zindanı
gözlerin hani?

"to be or not to be" değil.
"cogito ergo sum" hiç değil...
asıl iş, anlamak kaçınılmaz'ı,
durdurulmaz çığı
sonsuz akımı.

içmek,
gözlerinde içmek ayışığını.
varmak,
gözlerinde varmak can tılsımına.
gözlerin hani?

canımın gizlisinde bir can idin ki
kan değil sevdamız akardı geceye,
sıktıkça cellad,
kemendi...

duymak,
gözlerinde duymak üç - ağaçları
susmak,
gözlerinde susmak,ustura gibi...
gözlerin hani?"

aşk hayattan kopuk bir duygu değildir ve bir baışna yer alıp hayatta seslendiremeyecek kadar kutsal ve hayattandır. yazdığı her şiirin daha önce duyduğumuz bir türkünün sözleri gibidir. melodisi kendindedir ve duymamak elde değildir. seni içine alacak ve dünyasını anlatıp seni bir parçası yapacak mısralar seslenir ve hiç beklemedik yerde deşer yarayı. "oy sevmisem ben seni ..."

karamsar bir şair değildir. gördüğü işkencelere, yattığı hapsilere inat ve kürtçeye-zazacaya çevirilen şiirlerine dayanarak gururla ve inançla seslenir okuyanına, onu dinleyenine. .

kulak vermemek elde midir böyle bir seslenişe:
"umutsuzluğa düşmek ise bir devrimciye yasaktır. cellat elinde işkencede ölüme bir soluk kalmışken bile. yalnız yasak değil ayıptır da. çünkü devrimcinin kendisi, insanlığın yarını ve umududur. bu bir kural, bir ilkedir bu. namussuzluğun, alçaklığın egemen olmadığı, soylu, güzel ve onurlu bir dünya, bu temel ilke üzerinde kurulur."

kulak vermemek elde midir böyle bir şiire:
"öyle yıkma kendini
öyle mahsun öyle garip...
ünerede olursan ol
içerde, dışarda, derste, sırada,
yürü üstüne üstüne
tükür yüzüne celladın
fırsatcının, fesatcının, hayinin...
dayan kitap ile
dayan iş ile tırnak ile, diş ile
umut ile, sevda ile, düş ile.
dayan rüsva etme beni."
ahmed arif bir kaç sözle anlatılacak birisi değildir. kendisini tanımanın en iyi yolu yine şiirlerinden geçer. bu topraklara ve bir çok güzelliğie sevdalı bir şairdir kendisi.
"kendisini hapishaneye götürülmek için elleri kelepçelemiş bir şekilde trene bindirmiştir. askerle beraberken yolculuğu başlamışken yolculardan birisi ahmed arif ' in yanına oturur ve kendisine sorar:
- suçun ne, neden gidiyorsun hapishaneye?
ahmed arif cevap verir:
- sevdadandır."

anadolunun diliyle anadoluyu unutmadan anlattıklarını, şehirde yaşayan buralı dinler ve hemen arkasında duran ora insanı görür. mısralarda yaşayan uzak insanları görür. bu mesafe ancak hasretle ölçülür, her mısra hasreti körükler. okuyan anlar hasretinden prangalar nasıl eskitilir. her mısra sevdadandır.

not: bir şeyler anlatmak için bir denemeydi sadece. uzun bir müddet sonra ya genişletilecek yada ek bir yazıyla desteklenecektir.
iddiasız kendi derdinde bir yazı. derdi sevdadır malumunuz.